24 Kasım 2012 Cumartesi

Antakya (Hatay)

     Antakya (Hatay)

     Şu sıralarda hoş şeylere şahit olmayan Antakya ilimize geçtiğimiz yaz yaptığım ve bende güzel anılar bırakan gezimi anlatacağım.
     Saat 22.00 ve otobüsümüz Antakya terminalinde. Lise yıllarında öğrencim olan Volkan’ın beni beklediğini biliyorum. İlk kez geliyorum Antakya’ya. Bir tür iade-i ziyaret.
   Mustafa kemal Üniversitesinde öğretim görevlisi olan Volkan da kendi öğrencisi ile beni karşılamaya gelmiş. Birlikte eve gittik. Annesi bizi bekliyordu. Saat geç olmasına rağmen yaptığı güzel yemeklerinden yedim. Sohbet ettik ve ertesi gün Antakya’nın güzelliklerini görmek üzere yattık.
  Sabah kahvaltımızı yaptık. Hasan Kia Cipiyle bizi almak üzere kapıdaydı. Hasan Mardin'li ve bir aşiretin oğlu. Mustafa Kemal Üniversitesinde Biyoloji okumuş. Diplomasını almak üzere bekliyor. Son derece efendi ve yaşamı bir hikaye olan genç. Hasan,  benim misafiri olduğum  Yardımcı Doçent  olan (şu an Doçent olmuştur) öğrencim Volkan’ın da öğrencisi. Yani üç nesil birlikte gezeceğiz. Nasıl bir mutluluk benim için, kelimeler ifadeye yetmez.
İlk durağımız Samandağ ilçesine bağlı Musa Dağı eteklerinde bulunan Hıdır Bey köyü.  Şehri kuşbakışı gören, yeşillikler içindeki bu köyün, köy kahvesinde birer demli çayımızı içtik, dağın zirvelerinden akan buz gibi soğuk suyundan içtik ve  köyde yer alan pek çok yerli-yabancı turistin ilgisini çeken asırlık Musa Ağacı denilen çınar ağacını görmek için yeniden yola çıktık.
Samandağ Kaymakamı Selim Çapar tarihi ağacın bulunduğu yerde çevre düzenlemesi yaparak mekânın güzelliğine güzellik katmış. Musa ağacının çevresi 20 metre, gövde çapı 7.50 santimetre, iç kısmın çapı 5.40 santimetre, yüksekliği 16.70 santimetre. Musa ağacını 20 öğrenci el ele tutuşarak ancak çevresini dolanabiliyormuş. Ağacın hemen yanı başına yaptırılan kır kahvesi ise gelenlerin dinlendiği ve kutsal sayılan çınar ağacının gölgesinde çay içtiği bir mekân olarak düzenlenmiş.
 Son günlerde tarihi ağaçtan medet uman, her türlü dileği olanların uğrak yeri olmaya başlayan Musa ağacı, adeta bir dilek ağacına dönüşmüş durumda. İçi kısmen boş olan ağacın içine giren çok sayıda vatandaş, her türlü dileği için buraya bez parçası bağlamaya başlamış.
Hıdır bey köyünde "koruma altına alınmış" ulu bir çınar olan Musa ağacının, 2 bin yaşlarında olduğu tahmin edilirken, ancak halk arasında 3 bin yaşlarında olduğuna inanılıyor.
     Bu ağacın, Hz. Musa'nın asasının ab-ı hayat (ölümsüzlük suyu) sayesinde filizlenip kök salması sayesinde meydana geldiğine dair efsaneler anlatılıyor. Efsaneye göre, Hz. Musa ve Hz. Hızır Aleyhüsselam, Samandağın da “ziyaret” denilen yerde kaya üzerinde buluştuktan sonra dağa çıkarlar. Dağda yürürken dere kenarına gelirler. Hz Musa dereden su içmek ister. Asasını elinden bırakmak için toprağa saplayıp suyunu içer. Asasını almak için geriye döndüğünde bir mucize eseri olarak asanın yeşermiş olduğunu görür ve asasını orada bırakır. İşte bu ağacın Hz. Musa’nın o asası olduğuna ve yanında akan suyun da ab-ı hayat (ölümsüzlük suyu) olduğuna inanılmaktadır. Köyün ve ağacın bulunduğu dağın ismi söylenceye dayanarak “Musa Dağı” ismiyle bilinir.

       

       Fransızlar Birinci Dünya Harbi'nde İskenderun bölgesiyle Halep ve Hatay vilayetlerinin Akdeniz'e en önemli giriş ve çıkış kapısı olarak gördükleri Samandağ bölgesine önem vermişler; hatta bu bölgeye karşı çıkarma harekâtı yapma olanaklarını araştırmışlardır. Bu amaçladır ki, Fransızlar, İskenderun Şehrinin 6 defa bombalamışlar; bölgenin Hıristiyan halkını ayaklandırarak Osmanlı hükümetini güç bir durumda bırakmak istemişlerse de harbin sonuna kadar böyle bir girişimi uygulamaya cesaret ve fırsat bulamamışlardır.
     Asırlık çınar ağacının yanından uzaklaşıp arabamızla aşağıya doğru giderken Vakıflı Köyü denen küçük, temiz ve bakımlı bir köy gördük. Köyde bir kilise,  bahçesinde üzeri çatı gibi örtülü mezarlar ve üzerinde “Vakıf Köyü Morgu” tabelası olan bir kulübe vardı. Kilise içinde fotoğraf çekmek yasak dediklerinden mumumuzu yakıp dileğimizi diledik ve çekimi bahçeden yaptık.

       Daha sonra arabamızla sahile doğru inmeye başladık. Deniz kenarındaydık artık. Hatay, haritada bakıldığında deniz kenarında imiş gibi görünüyor ama denize 40 km. uzak. Daha iç kısımda yani.  Sahilde  ziyaret dedikleri yerde Hz. Hızır Aleyhüsselam’ın türbesi var. Türbeye girmeden üç defa türbe etrafında dönüp tavaf ediliyormuş. Bu şekilde hacı olduklarına inanıyor Hıristiyanlar. Herkes yürüyerek tavaf ederken bizde etrafında arabamızla üç tur attık ve Türbeye girdik, duamızı yaptık, tütsümüzü yaktık.
          İçerde Hz. Hızır Aleyhüsselam’ın naşı olduğunu düşündüğüm kubbenin etrafı mermer bloklar ile çevrili ve bu mermere ellerini sürüp dua ediyorlar, mermeri öpüyorlar. Onların inanışları da böyle.
      Türbe ziyaretimizi ve duamızı yaptık. Şimdi Titus tüneli ve mezar evlerinin olduğu tarafa doğru yola çıkıyoruz.
    Evet, Saman dağının 5 km. kuzeyinde denize tüm muhteşemliğiyle hâkim yamaçlarında M.Ö 300 yıllarında Seleuykos Nikator tarafından kurulan ve kurucusunun adı ile anılan Titus şehrindeyiz.
     Saman dağının bitiminde, dağdan gelen derelerin hemen ağzında bir iç liman varmış. Derelerin taşması sonucu oluşan sellerin limanı doldurması tehlikesi ortaya çıkmış. Dönemin imparatoru Vespasianus dağın delinerek tünel haline getirilmesini emretmiş. Tünel,  Titus zamanında tamamlandığından Titus tüneli denmiş. Titus tüneli tamamen insan emeği ile yapılmış bir tünel.  Dağların oyulması ile oluşturulan 7 m. Yüksekliğinde ve 6 m. genişliğinde olan bu tünel sayesinde,  suların uzaklara akıtılması sağlanarak şehrin ve limanın sel sularının altında kalması engellenmiş. Titus tünelinin uzunluğunun Çevik’e (yerleşim yeri) kadar 1380 metre olduğu söyleniyor. Fakat bunun 130 metresi tünel geri kalan bölümü ise açık kanal şeklinde. Tüneli yürümek oldukça zor olduğundan spor ayakkabıyla gidilmesi önerilir. Yoldaki taşlar nedeniyle ayağınızı burkabilirsiniz. Tünelin yan tarafından kaynak suyun aktığı dere var ve dere yolu betonla düzgünleştirilmiş. Yemyeşil alan içinden yürüyorsunuz tünele.     
Titus Tüneli'nin açık kanal üzerinde 2 adet köprü bulunuyor. Bu köprülerin özelliği hiçbir harç maddesi kullanılmadan yapılmış ve oldukça da estetik duruyor.
      Tünelin deniz tarafındaki girişinin sağ tarafında, 100 M. kadar uzaklıkta kaya mezarları var. Kaya mezarlar Roma dönemine ait. 
      Yöre halkı tarafından mezar odası denen büyük mağaraya, içindeki yan yana aynı boyutlarda işlenerek biçimlendirilmiş, üzeri çatılı iki taş sandukadan dolayı Beşikli Mağara denmekte. Mezar odası gezginler tarafından kral mezarları olarak adlandırılmış. Beşikli mağara denilen bu anıt mezar tamamen kayadan oyularak biçimlendirilmiş ve yan duvarlara oyulan toplam 13 mezar yatağından oluşmakta.  Mezar odasının bulunduğu alan,  eski çağlarda ölüler şehri olarak adlandırılmış ve bir nekropol alanı olarak düzenlenmiş. Mağaranın kuzey, güney ve doğu yanları, kireçtaşı kayaların içleri oyularak oluşturulmuş mezar odaları ile çevrelenmiş. Mezar anıtının cephesinde 4 sütunlu ve 3 gözlü giriş var.
  Ön girişin kuzeyinde odaya kayadan işlenmiş iki yanında iki pencere açıklığı bulunan bir kapıdan girilmektedir.  Doğu batı aksı üzerinde yer alan iki sandukalı mezar yer almaktadır. Yöre halkının beşiğe benzettiğinden aynı adla anılan bu sandukalı mezarların ve odanın diğer kısımları son derece sade işlenmiş.  
 

     Beşikli mezar anıtı tamamen açılmış, zaman içinde hırsızlar tarafından soyulmuş ve büyük tahribat görmüş.   Beşikli mağaranın bulunduğu yer Seleukeia Pieria İ.S. 526 ve 528 depremlerinde büyük tahribata uğramış kent neredeyse tamamen yok olmuş. Beşikli mağara mezar anıtı İ.S. ve VI yy. ortalarına kadar olan bir süreçte, şehrin önemli ailesine ait mezar odası veya kentin önde gelen kişileri için kullanılmış bir mezar anıtıdır.
   
   Titus Tüneli ve Beşikli Mağara harika yerler.  Bu iki  tarihi bölge birbirine çok yakın ve Hatay Samandağ ilçesinin Çevrik adlı sayfiye yerinde bulunuyor. Antakya'ya gelen herkesin    mutlaka görmesi gereken bir bölge burası.
Yeşillikler içindeki alandan inerek bölgeyi denizle buluşturan çakıl taşlarıyla oluşturulmuş yoldan ilerleyerek denizi yukardan seyreden bir çay bahçesine ulaştık

     Daha sonra ise şelaleleri görmek ve orman içinde kurulmuş mesire yerleri gezmek için bölgenin doğal güzelliği ve özgün restoranları ile ünlü harbiye ye doğru yola koyulduk.          
   Bunaltıcı sıcaktan Yemyeşil orman içindeki serin serin esen rüzgâr eşliğinde şelalelerin farklı açılardan akarak denizle buluşmasını izlediğimiz mesire yerinde uzunca bir nefes aldık. Burada “doğa insana değil, insan doğaya aittir” yazılı bir Kızılderili sözünü  ve manzarayı çekmeden de edemedim. Aşağıya doğru yürürken pek çok milletten olan turistlerin şelalelerin önünde fotoğraf çektirdiğini izlemek, değişik dokumayla oluşturulmuş kilimleri hayranlıkla izlerken onları seyretmek de ayrı bir güzellik. Suriye yakın olduğundan sanırım, Suriyeli Arap turistler daha fazlaydı. Uzak doğudan gelen
turistlerde göze çarpıyordu.


       Bölgenin önemli restoranlarından birinde yöreye özgü yemeklerimizi yiyerek gözlerimizi dinlendiren yeşilin içinde ruhumuzu ve midemizi sevindirdik.  Öğrencim, ben ve öğrencimin öğrencisi ile birlikte neler mi yedik? Bol taze nane masaların vazgeçilmezleri tabii yanında limonla, humus, cevizli biber, cevizli çiğ köfte, Şam oluğu, ali nazik, kaz başı(et yemeği), katıklı ekmek, piliç şiş, mevsim salatası daha aklıma gelmeyenler…

     Artık cehennem kayıkçısını görme zamanı dedik ve tüm Antakya’yı kuş bakışı göreceğimiz Hac dağına doğru yönümüzü belirledik.
    Akşam saat 17 yi geçtiğinden dolayı göremediğimiz St.Pier Mağara Kilisesinin 20 m. uzağında kayalara oyulmuş olarak, Mitolojide ismi geçen Cehennem Kayıkçısı Kharon’un kabarması bulunuyor.
    Kharon kabarması, başı bir örtü ile kapatılmış insan portresi.  Hikâye şöyle:
    M.Ö. 300 yıllarında Büyük İskender ölmüş. Komutanlarından Seleucus (Selefkos) yeni inşa ettirdiği Antakya'yı başkent yaparak, Silifke'den Suriye'ye kadar uzanan bölgede  Selefkoslar Devleti'ni kurmuş. Yeni inşa ettirdiği başkentine de hem babasının, hem de oğlunun ismi olan Antiochus'u seçmiş.
    Devletin ikinci kralı I. Antiochus döneminde kentte büyük bir veba salgını baş göstermiş. Binlerce insanın  öldüğü salgını önlemek için kâhinlere başvurmuşlar. Onlar da kenti yüksekten görecek bir yere dev bir  mask oyularak,  üstüne de ölümü önleyecek duaların yazılmasını buyurmuşlar.
     Bunun üzerine Antakya'ya tepeden bakan Stauris (Hac) Dağı'ndaki dev bir kaya üstüne,  başında örtü bulunan bir kadın portresi oymuşlar. Yanında da kayığa binmiş bir erkek figürü yer almakta.
      Daha sonra, tamamlanmamış bir görüntü izlenimi veren kadın figür Hz. Meryem'e, Cehennem Kayıkçısı da bir azize benzetilerek Hıristiyanlarca da kutsallaştırılmış. Ancak üzerindeki dualar günümüze kadar gelemeden silinmiş.

     Grek Mitolojisine göre ise Kayıkçı Kharon, ölülerin ruhlarını Stiyks ırmağından geçirip yer altı ülkesine götürmekle görevlidir. Kharon ölülerden bazılarını kayığına alıyor, bazılarını da yalvarmalarına dahi kulak asmadan kıyıda bırakıyor. Kharon’un kıyıda bıraktıkları, öldükleri zaman kendilerine dini tören yapılmayanlar. Çünkü dini törenle gömülenlerin gözlerinin üzerlerine,  öbür dünyada köprüyü geçmeleri sırasında kullansınlar diye yakınları tarafından altın para konmakta. Gözleri üzerinde para bulunmayanların, dini tören yapılmadan gömülenler olduğu anlaşılmakta. Bunlar yer altı Tanrısı Hades’in yönetimine girmeden önce yüz yıl ıstırap çekecek ve boşlukta dolaşacaklardır.


     Bugün bu dev heykel hala tepeden Antakya'yı izlemeye devam ediyor.
     Antakya’daki birinci günün sonuna geldiğimizde tüm Antakya’yı uçaktan görüyor izlenimi yaratan dağın en tepesindeki restoranda bir şeyler yiyip içtikten sonra aşağı meydana indik ve Antakya’nın ünlü tatlıcı dükkânında künefemizi yedik. Daha sonrada buradaki ilk meclis binasını görmemi istediler. Geceyi meclisin kafesinde yiyeceğimiz dondurmadan sonrada sonlandıralım dedik. 
        Meclis binası şimdi bazı toplantıların düzenlendiği ve müze haline getirildiği, ayrıca üst katının restaurant ve kafe ye dönüştürülerek hizmet vermesi için düzenlenmiş olan  bir bina.
                               
     Antakya’ya gelip de Asi nehrini görmeden ve çekilen “Asi” dizi filmin yıldızlarının uğradığı mekânda “atom” içmeden dönülür mü?
     Asi Nehrinin neden bu adı aldığını merak ediyordum. Akması gereken yönün tersi yönünde aktığı için bu adı aldığını düşünüyordum. Oysa nehir, akması gereken yönün tersine doğru akıyormuş gibi göründüğünden “asi” adını almış. Aslında nehir normal akışında seyrediyor.  Fakat akış yönünün tersinden yani rüzgâra karşı aktığı için su üzerinde ki hafif dalgalanma tersine akıyormuş izlenimini veriyor. Bu rüzgâr hiç kesilmiyor. Sürekli hafif hafif esiyor ve bu esinti Hatay’da sıcaklığın hissedilmesini önlüyor. O kadar sıcak olmasına rağmen bunalmıyor terlemiyorsunuz. Nem oldukça az ve rüzgâr oranın bir nimeti.
       Fotoğrafta nehrin ileriye doğru aktığı sanılıyor, ancak esen rüzgârın oluşturduğu dalga öyle gösteriyor. Nehir size doğru akıyor aslında.  Nehir üzerindeki köprüde gözleri görmeyen bir nine ile dede var. Dede klarnet çalarken ninede şarkısıyla eşlik ediyor.  

      Antakya parkı oldukça büyük bir alan üzerine kurulmuş, adeta orman gibi. Değişik hayvanların çocuklar tarafından izlenebildiği, oyun oynayabildiği, çay park ve küçük yiyecek salonlarının olduğu bir yer.  Orada dinlenmek ayrı bir keyifti.
       Antakya parkından çıktıktan sonra Antakya evlerini, dar sokaklarını, valilik binasını, sokakları cennet görünümüne sokan o güzelim ağaçları keyifle seyrederek dolaştık. Gün Pazar olduğundan kiliselerin açık olacağını düşünmüştüm. Fakat yaz sıcağında gün içinde fazla ziyaretçi olmadığından   kapıya bulundukları yeri yazarak kendilerini çağırabileceklerini belirten not bırakmışlar.  Bizde rahatsız etmek istemedik. Çünkü sıcaktan oldukça bunalmıştık.   Asi nehrinin üzerindeki köprüden geçerek yürüdük.
     Yol boyunca çarşının bazı yerlerinde doğalgaz için kazılar vardı. Fakat bazı yerlerde kazı durdurulmuş. Çünkü kazılar sırasında şehrin altında başka bir şehrin kalıntıları çıkmış. Kemerli sütunların olduğunu gördük kazılar altında. Ve öğrendik ki orası 1. derecede deprem bölgesi olduğundan şehir 6 defa farklı medeniyetler döneminde depremler nedeniyle yerle bir olmuş ve yeniden kurulmuş. Bu kalıntıların hangi döneme ait olduğunun öğrenilmesi ve kazıların sağlıklı yapılabilmesi için ilgili heyetin ve arkeoloji uzmanlarının gelmesini bekliyorlar.            
         Gezimin son günü uzun çarşıyı görüp biraz alış veriş yapmak istedim. Dar sokakları olan çarşıda aradığın her şeyi bulabileceğin kadar çeşit var. Kocaman kabaklar dizilmişti tezgâh raflarına. Kabağı kireç suyuna yatırarak tatlısını yapıyorlar. Biraz sert yapıda bir tatlı oluyor ve müthiş bir lezzeti var. İnanamadım bir kabağın bu kadar lezzetle damağımı sıvayacağına.

     Sonra bakırcıları dolaştım el yapımı birkaç eşya aldım hatıra olsun diye. Kendi elleriyle yapıyor bir usta ve bu mesleğin de artık makineleşmeye başladığından dertleniyor. Çarşıda dolaşırken değişik karelerde gözüme çarptı tabii. Turşu dükkanlarının önünde el arabasında uyuyan işçi gibi örneğin.

       En son şark odası havasında düzenlenmiş bir kahve evinde kahvelerimizi içip Antakya meydanından yürüyerek rektörlük binasının bahçesinde biraz serinledikten sonra eve gidip bir duştan sonra valizimi ertesi gün yola çıkmak üzere hazırlamaya başladım.  
    Son olarak önereceğim şu;      Antakya’ya gelip o güzelim yerleri görmeden dönmek Antakya’ya haksızlık olur. Buraya gelen herkese Antakya Müzesi'ni, doğal güzelliği ve özgün restoranları ile ünlü Harbiye'yi, Samandağ'daki Titus Tüneli'ni görmeyi öneriyorum. Şehrin içinde bulunan Uzun Çarşı ve eski sokaklar görülmeye değer. Ortodoks ve Katolik kiliseleri de görülecek yerler arasında.  Ama yenileme çalışmaları yapıldığından St. Piyer'i göremedik biz. Buraya özgü birde künefe tatlısını yemeden sakın dönmesin kimse. Peynir ve tel kadayıfından yapılan tatlı, sıcak servis ediliyor. Antakya mutfağı oldukça zengin ve bu zenginliğin en önemli öğelerinden biri de Künefe tatlısı.
























Hiç yorum yok:

Yorum Gönder