Yunan Adalarına Bir
Gezi
Hani bazen
gördükleriniz karşısında diler lal olur, sözler biter ya, hani o yerde
sadece zaman konuşur ve size bir tek
manzaranın tadını çıkararak anı yaşamak kalır ya, işte öyle bir yerdeyim.
Adaların büyüklüğü,
küçüklüğü, yüksekliğinin ne olduğu pek ilgilendirmedi beni temizliğin ve sessizliğin ilgilendirdiği kadar. Alış veriş dükkanlarının
önünde çığırtkanlar yok, mağazada sürekli seni arkandan takip eden ve birşeyleri almaya zorlayan kişiler yok,
bangır bangır bağıran ve sözleri birbirinin içine girerek arkadaşınla ne
konuştuğunu duymanı zorlaştıran müzik yok.
Yunan adalarına yaptığım geziden bahsediyorum. Kuşadasından hareket
ettiğimiz, Girit, Santorini, Pire,
Patnos, Mykonos adalarını dolaşıp yine Kuşadasında son bulan geziden.
Gemimiz önce Girit’te Kandiya limanında demirledi. Girit Adası Ege ve Yunan Medeniyeti´nin ilk ortaya
çıktığı yer. Bu medeniyet, buradan diğer adalara, Mora ve Yunanistan´a
yayılmış. Girit, bizim Ali Bey Adası(Cunda)
na çok benziyor. İnsanlarıda bizim insanımıza.
Beyaz badanalı evleri, dar sokakları ve tertemiz görüntüsü ile şirin bir yer. Sahil boyu yürürken
rengaren bir çiçek ve gül bahçesi gördük. Biraz yaklaşınca buranın kabristanları
olduğunu fark ettik. İnsan ister istemez bizim mezarlıklarla kıyaslıyor.
Ölülerine gösterdikleri saygının yüceliğini hissediyorsunuz. Ne kadar temiz ve
düzenli. Biz niye bunu beceremiyoruz? Yaşayanlara bile saygımız yok ki
ölülerimize olsun. Neyimiz eksik, neden bu temizliği , bakımı ve saygıyı
yaşadığımız yere, aynı havayı soluduğumuz
insanlara gösteremiyoruz. Giritliler
40 çeşit ottan farklı yemekler ve salatalar yapıyorlarmış. Bu gelenek Ege
Bölgemizde yaşayan mubadillerin torunlarına kadar gelmiş sanırım.
Pazar günü
limana indiğimiz için her tarafın kapalı
olduğu ve gezebileceğimiz yerin de Knosos sarayı olduğu belirtildi. Bizde bir
taksiyle gidiş-dönüş olarak anlaşıp orayı görmek için yola çıktık. Zamanımız
kısıtlı olduğundan başka araç bulmaya çalışamayacaktık. Türk olduğumuzu
söylediğimizde genç olan taksi şoförü bize çok yakın davrandı. Şoför az Türkçe biliyordu ve anneannesinin de
türk olduğunu söyledi. Türkleri sevdiğini ve aynı kültürü taşıdığımızı
belirtti. Yunan halkının Türkleri çok sevdiğini ve çok sayıda yunan-türk
evliliği olduğunu da ekledi. Ayrıca şunu
da söyledi; “burada kime sorsanız bir Türk’le mutlaka iyi bir anısı
vardır” dedi. Bunu duymak gerçekten hoş.
Girit
Adasının en önemli eseri Knossos Sarayı. Knossos
Sarayında M.Ö 2000 yılının uygarlığını yaşadık. Resim ve figürler hala yeni
çizilmiş gibi canlı reklere sahip. Saray
yüzlerce oda ve salona sahip ancak birkaç parça bir şeyler kalmış. Her biri yıkık dökük. Yağmur sularının
toplanıp şehre dağıtılma sistemleri Romalılara örnek olmuş. Dünyanın ilk çağdaş
atık toplama sisteminin kalıntılarının burada olduğu söyleniyor. Sarayı
dolaşırken kimbilir kimler, nasıl ve ne şekilde buralarda dolaştı ve hangi
korku, sevinç, üzüntü duygularını yaşadı diye düşünüyorsunuz. İnsan ister
istemez saniyeler içinde o kadar çok şey düşünüyor ki.
Sarayın etrafında şarap yapan evler ve satan
dükkanlar var. Hediyelik eşya satan dükkanları dolaşırken kimsenin sizi almanız
için zorlamadığı, dükkanın içinde peşiniz sıra dolaşmadığı dikkatinizi çekiyor.
Biz alışmışız ya bir dükkan ve mağazada etrafımızda dolaşan kişilere. Göz hapsinde olmamak, yönlendirilmemek,
kendi insiyatifinizle rahatça dolaşmanız hoş bir duygu. Dükkanlarda da Türk
olduğumuzu söylediğimizde insanlar yarı Türkçe açıklama yapmaya çalışıyorlar ve
son derece nazik ve sempatik yaklaşımlar gördük. Acaba gelen tüm kişilere
böylemi yaklaşıyorlar merak ettim açıkçsı.
İkinci durağımız Santorini
adası, Ege’ nin sıra dışı adası. M.Ö 3000 yılında Minos uygarlığına ait olarak
gelişmiş. M.Ö 1450’li yıllarda volkanik patlama sonucu bu volkan adası
parçalanmış. Adanın kalbinin denizin dibinde kaldığı ve sık sık depremlerin
olduğundan, her an volkanik bir patlamanın olabileceğinden bahsediyorlar.
Yerleşim yerleri
tepelerin en üst noktalarına kurulmuş. Evlerin çok yüksek tepelere kurulma
sebebide adanın çok sık korsanların saldırısına maruz kalmasından dolayı,
insanların saklanmaya zaman yaratması içinmiş. Çünkü tepeden tüm deniz ve
çevredeki diğer adalar görülmekte.
Aşağıdan yukarıya ulaşım teleferik, eşekler ve otobüsle yapılmakta. Fakat halkı
bisiklet kullanıyor. Evler çok pahalı. Küçücük bir ev (bir oda bir salon ve
mutfak) 400 bin dolar civarı. Thira için köy diyorlar ama hiç bir hayvan
pisliği görmedik yollarda. Dışarıda insanlar dolaşmıyor, sessiz ve sakin ve
tertemiz. Yunan halkı burayı sayfiye yeri olarak kullanıyormuş. Santorini’de evlerden
çok kilise, insandan çok eşek, sudan çok şarap olduğundan bahsediliyor. Burada
kilise yapan kişiler bir unvan kazanıp saygı görüyorlarmiş ve kiliselere
ayrılan ödenek oldukça fazlaymış bu nedenle kilise sayısı fazla. Bizim diyanete
ayrılan ödenek gibi. Thira’da manzara müthiş. Rüya aleminde gibi hissediyorsun
kendini. Tüm dünya sanki avuçlarında gibi. Daracık sokaklarında sıra sıra
dükkanlar envai çeşit hediyelik eşya ile dolu. Hepsi girintili çıkıntılı
sokaklara yerleşmiş ve dolaşırken bir labirentte gibisiniz. Yine yerleşimin bu şekilde yapılma sebebi korsanlar.
Korsanlar adaya çıkıp tepeye ulaşana kadar insanları dar ve kıvrımlı sokaklardaki
evlerine saklanabiliyorlarmış. Ayrıca korsanlar labirent yollarda
kaybolduklarından fazla içeriye giremiyorlarmış. Diğer bir ilginç durum ise
kumsalındaki kumların siyah renk olması.
Biraz da Mykonos
Adasından bahsedeyim. 10 mil uzunluğunda, 7 mil genişliğinde bir ada.
Mitolojiye göre adadaki kayalar Herkül tarafından oluşturulmuş. Ege adalarının
en pahalı adası Mykonos. Öyle ki Temmuz ve Ağustos aylarında kazandıkları para
ile neredeyse hayatlarının sonuna kadar idare edebilirlermiş. Kent merkezi
yüksek kaliteli ürünleri bulunduran butikler, barlar ve lokantalarla
donatılmış. Barlar ve kiliseler yanyana bitişik. Temizlik ve çığırtkanlıktan ve
sözleri birbirine karışan müzikten uzak sessizlik buradada hakim. Belirli bir
saatten sonra her barın kendi içinde duyulabilen müzikler çalıyor. Müzikleri
hareketli ve kanını kaynatan türde. Bu ada aynı zamanda Gey’ların,
eşcinsellerin geldiği bir yer. Sokaklar
beyaza boyanmış evleriyle birlikte. Kiliselerin kapı ve kubbeleri gök mavisi diğer adalarda olduğu gibi. Tüm
adaların klasik mimari tarzı demek bu şekilde. Limanın ilerisinde Paraportiani
Kilisesi var. Hristiyan hacıların ziyaret ettiği bir yer olmasının sebebi de
Apollon’un doğduğu yer olması.
Dolaşırken kiliselere girip birer mum da biz yakıp dileklerimizi
diledik. Fakat adada iki tane çıplaklar kampı varmış oralara
gidemedik.
Gördüğümüz güzellikler,
kurduğumuz düşler, damağımızda kalan tatlarla ülkemize döndük. Gemimiz Kuşadası’na
yaklaştığında gözlerimiz yeşil bir banyo yaptı. Karşımızda duran ve bizi
karşılayan yemyeşil orman güzelliği,
adalarda gördüğümüz tüm güzellikleri, damakta kalan tatlarları hepsini bir tarafta bıraktı. Kuşadasına
indiğimizde yunan adalarında çok az yeşillikle karşılaştığımızı fark ettim. Biz
öyle bir cennette yaşıyormuşuz ki vatanıma inince bir kez daha anladım. Ne kadar güzel olursa olsun yapay cennetten
ziyade kendi doğal cennetimizi yaşamak ve korumak önemli. Kıymetini bilmiyoruz ne
yazık ki cennetimizin. Öğrenmek için mutlaka kıraç dağ taşa yerleştirilmiş yapay cennetlerimi görmek
gerekiyor?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder