24 Kasım 2012 Cumartesi

Antakya (Hatay)

     Antakya (Hatay)

     Şu sıralarda hoş şeylere şahit olmayan Antakya ilimize geçtiğimiz yaz yaptığım ve bende güzel anılar bırakan gezimi anlatacağım.
     Saat 22.00 ve otobüsümüz Antakya terminalinde. Lise yıllarında öğrencim olan Volkan’ın beni beklediğini biliyorum. İlk kez geliyorum Antakya’ya. Bir tür iade-i ziyaret.
   Mustafa kemal Üniversitesinde öğretim görevlisi olan Volkan da kendi öğrencisi ile beni karşılamaya gelmiş. Birlikte eve gittik. Annesi bizi bekliyordu. Saat geç olmasına rağmen yaptığı güzel yemeklerinden yedim. Sohbet ettik ve ertesi gün Antakya’nın güzelliklerini görmek üzere yattık.
  Sabah kahvaltımızı yaptık. Hasan Kia Cipiyle bizi almak üzere kapıdaydı. Hasan Mardin'li ve bir aşiretin oğlu. Mustafa Kemal Üniversitesinde Biyoloji okumuş. Diplomasını almak üzere bekliyor. Son derece efendi ve yaşamı bir hikaye olan genç. Hasan,  benim misafiri olduğum  Yardımcı Doçent  olan (şu an Doçent olmuştur) öğrencim Volkan’ın da öğrencisi. Yani üç nesil birlikte gezeceğiz. Nasıl bir mutluluk benim için, kelimeler ifadeye yetmez.
İlk durağımız Samandağ ilçesine bağlı Musa Dağı eteklerinde bulunan Hıdır Bey köyü.  Şehri kuşbakışı gören, yeşillikler içindeki bu köyün, köy kahvesinde birer demli çayımızı içtik, dağın zirvelerinden akan buz gibi soğuk suyundan içtik ve  köyde yer alan pek çok yerli-yabancı turistin ilgisini çeken asırlık Musa Ağacı denilen çınar ağacını görmek için yeniden yola çıktık.
Samandağ Kaymakamı Selim Çapar tarihi ağacın bulunduğu yerde çevre düzenlemesi yaparak mekânın güzelliğine güzellik katmış. Musa ağacının çevresi 20 metre, gövde çapı 7.50 santimetre, iç kısmın çapı 5.40 santimetre, yüksekliği 16.70 santimetre. Musa ağacını 20 öğrenci el ele tutuşarak ancak çevresini dolanabiliyormuş. Ağacın hemen yanı başına yaptırılan kır kahvesi ise gelenlerin dinlendiği ve kutsal sayılan çınar ağacının gölgesinde çay içtiği bir mekân olarak düzenlenmiş.
 Son günlerde tarihi ağaçtan medet uman, her türlü dileği olanların uğrak yeri olmaya başlayan Musa ağacı, adeta bir dilek ağacına dönüşmüş durumda. İçi kısmen boş olan ağacın içine giren çok sayıda vatandaş, her türlü dileği için buraya bez parçası bağlamaya başlamış.
Hıdır bey köyünde "koruma altına alınmış" ulu bir çınar olan Musa ağacının, 2 bin yaşlarında olduğu tahmin edilirken, ancak halk arasında 3 bin yaşlarında olduğuna inanılıyor.
     Bu ağacın, Hz. Musa'nın asasının ab-ı hayat (ölümsüzlük suyu) sayesinde filizlenip kök salması sayesinde meydana geldiğine dair efsaneler anlatılıyor. Efsaneye göre, Hz. Musa ve Hz. Hızır Aleyhüsselam, Samandağın da “ziyaret” denilen yerde kaya üzerinde buluştuktan sonra dağa çıkarlar. Dağda yürürken dere kenarına gelirler. Hz Musa dereden su içmek ister. Asasını elinden bırakmak için toprağa saplayıp suyunu içer. Asasını almak için geriye döndüğünde bir mucize eseri olarak asanın yeşermiş olduğunu görür ve asasını orada bırakır. İşte bu ağacın Hz. Musa’nın o asası olduğuna ve yanında akan suyun da ab-ı hayat (ölümsüzlük suyu) olduğuna inanılmaktadır. Köyün ve ağacın bulunduğu dağın ismi söylenceye dayanarak “Musa Dağı” ismiyle bilinir.

       

       Fransızlar Birinci Dünya Harbi'nde İskenderun bölgesiyle Halep ve Hatay vilayetlerinin Akdeniz'e en önemli giriş ve çıkış kapısı olarak gördükleri Samandağ bölgesine önem vermişler; hatta bu bölgeye karşı çıkarma harekâtı yapma olanaklarını araştırmışlardır. Bu amaçladır ki, Fransızlar, İskenderun Şehrinin 6 defa bombalamışlar; bölgenin Hıristiyan halkını ayaklandırarak Osmanlı hükümetini güç bir durumda bırakmak istemişlerse de harbin sonuna kadar böyle bir girişimi uygulamaya cesaret ve fırsat bulamamışlardır.
     Asırlık çınar ağacının yanından uzaklaşıp arabamızla aşağıya doğru giderken Vakıflı Köyü denen küçük, temiz ve bakımlı bir köy gördük. Köyde bir kilise,  bahçesinde üzeri çatı gibi örtülü mezarlar ve üzerinde “Vakıf Köyü Morgu” tabelası olan bir kulübe vardı. Kilise içinde fotoğraf çekmek yasak dediklerinden mumumuzu yakıp dileğimizi diledik ve çekimi bahçeden yaptık.

       Daha sonra arabamızla sahile doğru inmeye başladık. Deniz kenarındaydık artık. Hatay, haritada bakıldığında deniz kenarında imiş gibi görünüyor ama denize 40 km. uzak. Daha iç kısımda yani.  Sahilde  ziyaret dedikleri yerde Hz. Hızır Aleyhüsselam’ın türbesi var. Türbeye girmeden üç defa türbe etrafında dönüp tavaf ediliyormuş. Bu şekilde hacı olduklarına inanıyor Hıristiyanlar. Herkes yürüyerek tavaf ederken bizde etrafında arabamızla üç tur attık ve Türbeye girdik, duamızı yaptık, tütsümüzü yaktık.
          İçerde Hz. Hızır Aleyhüsselam’ın naşı olduğunu düşündüğüm kubbenin etrafı mermer bloklar ile çevrili ve bu mermere ellerini sürüp dua ediyorlar, mermeri öpüyorlar. Onların inanışları da böyle.
      Türbe ziyaretimizi ve duamızı yaptık. Şimdi Titus tüneli ve mezar evlerinin olduğu tarafa doğru yola çıkıyoruz.
    Evet, Saman dağının 5 km. kuzeyinde denize tüm muhteşemliğiyle hâkim yamaçlarında M.Ö 300 yıllarında Seleuykos Nikator tarafından kurulan ve kurucusunun adı ile anılan Titus şehrindeyiz.
     Saman dağının bitiminde, dağdan gelen derelerin hemen ağzında bir iç liman varmış. Derelerin taşması sonucu oluşan sellerin limanı doldurması tehlikesi ortaya çıkmış. Dönemin imparatoru Vespasianus dağın delinerek tünel haline getirilmesini emretmiş. Tünel,  Titus zamanında tamamlandığından Titus tüneli denmiş. Titus tüneli tamamen insan emeği ile yapılmış bir tünel.  Dağların oyulması ile oluşturulan 7 m. Yüksekliğinde ve 6 m. genişliğinde olan bu tünel sayesinde,  suların uzaklara akıtılması sağlanarak şehrin ve limanın sel sularının altında kalması engellenmiş. Titus tünelinin uzunluğunun Çevik’e (yerleşim yeri) kadar 1380 metre olduğu söyleniyor. Fakat bunun 130 metresi tünel geri kalan bölümü ise açık kanal şeklinde. Tüneli yürümek oldukça zor olduğundan spor ayakkabıyla gidilmesi önerilir. Yoldaki taşlar nedeniyle ayağınızı burkabilirsiniz. Tünelin yan tarafından kaynak suyun aktığı dere var ve dere yolu betonla düzgünleştirilmiş. Yemyeşil alan içinden yürüyorsunuz tünele.     
Titus Tüneli'nin açık kanal üzerinde 2 adet köprü bulunuyor. Bu köprülerin özelliği hiçbir harç maddesi kullanılmadan yapılmış ve oldukça da estetik duruyor.
      Tünelin deniz tarafındaki girişinin sağ tarafında, 100 M. kadar uzaklıkta kaya mezarları var. Kaya mezarlar Roma dönemine ait. 
      Yöre halkı tarafından mezar odası denen büyük mağaraya, içindeki yan yana aynı boyutlarda işlenerek biçimlendirilmiş, üzeri çatılı iki taş sandukadan dolayı Beşikli Mağara denmekte. Mezar odası gezginler tarafından kral mezarları olarak adlandırılmış. Beşikli mağara denilen bu anıt mezar tamamen kayadan oyularak biçimlendirilmiş ve yan duvarlara oyulan toplam 13 mezar yatağından oluşmakta.  Mezar odasının bulunduğu alan,  eski çağlarda ölüler şehri olarak adlandırılmış ve bir nekropol alanı olarak düzenlenmiş. Mağaranın kuzey, güney ve doğu yanları, kireçtaşı kayaların içleri oyularak oluşturulmuş mezar odaları ile çevrelenmiş. Mezar anıtının cephesinde 4 sütunlu ve 3 gözlü giriş var.
  Ön girişin kuzeyinde odaya kayadan işlenmiş iki yanında iki pencere açıklığı bulunan bir kapıdan girilmektedir.  Doğu batı aksı üzerinde yer alan iki sandukalı mezar yer almaktadır. Yöre halkının beşiğe benzettiğinden aynı adla anılan bu sandukalı mezarların ve odanın diğer kısımları son derece sade işlenmiş.  
 

     Beşikli mezar anıtı tamamen açılmış, zaman içinde hırsızlar tarafından soyulmuş ve büyük tahribat görmüş.   Beşikli mağaranın bulunduğu yer Seleukeia Pieria İ.S. 526 ve 528 depremlerinde büyük tahribata uğramış kent neredeyse tamamen yok olmuş. Beşikli mağara mezar anıtı İ.S. ve VI yy. ortalarına kadar olan bir süreçte, şehrin önemli ailesine ait mezar odası veya kentin önde gelen kişileri için kullanılmış bir mezar anıtıdır.
   
   Titus Tüneli ve Beşikli Mağara harika yerler.  Bu iki  tarihi bölge birbirine çok yakın ve Hatay Samandağ ilçesinin Çevrik adlı sayfiye yerinde bulunuyor. Antakya'ya gelen herkesin    mutlaka görmesi gereken bir bölge burası.
Yeşillikler içindeki alandan inerek bölgeyi denizle buluşturan çakıl taşlarıyla oluşturulmuş yoldan ilerleyerek denizi yukardan seyreden bir çay bahçesine ulaştık

     Daha sonra ise şelaleleri görmek ve orman içinde kurulmuş mesire yerleri gezmek için bölgenin doğal güzelliği ve özgün restoranları ile ünlü harbiye ye doğru yola koyulduk.          
   Bunaltıcı sıcaktan Yemyeşil orman içindeki serin serin esen rüzgâr eşliğinde şelalelerin farklı açılardan akarak denizle buluşmasını izlediğimiz mesire yerinde uzunca bir nefes aldık. Burada “doğa insana değil, insan doğaya aittir” yazılı bir Kızılderili sözünü  ve manzarayı çekmeden de edemedim. Aşağıya doğru yürürken pek çok milletten olan turistlerin şelalelerin önünde fotoğraf çektirdiğini izlemek, değişik dokumayla oluşturulmuş kilimleri hayranlıkla izlerken onları seyretmek de ayrı bir güzellik. Suriye yakın olduğundan sanırım, Suriyeli Arap turistler daha fazlaydı. Uzak doğudan gelen
turistlerde göze çarpıyordu.


       Bölgenin önemli restoranlarından birinde yöreye özgü yemeklerimizi yiyerek gözlerimizi dinlendiren yeşilin içinde ruhumuzu ve midemizi sevindirdik.  Öğrencim, ben ve öğrencimin öğrencisi ile birlikte neler mi yedik? Bol taze nane masaların vazgeçilmezleri tabii yanında limonla, humus, cevizli biber, cevizli çiğ köfte, Şam oluğu, ali nazik, kaz başı(et yemeği), katıklı ekmek, piliç şiş, mevsim salatası daha aklıma gelmeyenler…

     Artık cehennem kayıkçısını görme zamanı dedik ve tüm Antakya’yı kuş bakışı göreceğimiz Hac dağına doğru yönümüzü belirledik.
    Akşam saat 17 yi geçtiğinden dolayı göremediğimiz St.Pier Mağara Kilisesinin 20 m. uzağında kayalara oyulmuş olarak, Mitolojide ismi geçen Cehennem Kayıkçısı Kharon’un kabarması bulunuyor.
    Kharon kabarması, başı bir örtü ile kapatılmış insan portresi.  Hikâye şöyle:
    M.Ö. 300 yıllarında Büyük İskender ölmüş. Komutanlarından Seleucus (Selefkos) yeni inşa ettirdiği Antakya'yı başkent yaparak, Silifke'den Suriye'ye kadar uzanan bölgede  Selefkoslar Devleti'ni kurmuş. Yeni inşa ettirdiği başkentine de hem babasının, hem de oğlunun ismi olan Antiochus'u seçmiş.
    Devletin ikinci kralı I. Antiochus döneminde kentte büyük bir veba salgını baş göstermiş. Binlerce insanın  öldüğü salgını önlemek için kâhinlere başvurmuşlar. Onlar da kenti yüksekten görecek bir yere dev bir  mask oyularak,  üstüne de ölümü önleyecek duaların yazılmasını buyurmuşlar.
     Bunun üzerine Antakya'ya tepeden bakan Stauris (Hac) Dağı'ndaki dev bir kaya üstüne,  başında örtü bulunan bir kadın portresi oymuşlar. Yanında da kayığa binmiş bir erkek figürü yer almakta.
      Daha sonra, tamamlanmamış bir görüntü izlenimi veren kadın figür Hz. Meryem'e, Cehennem Kayıkçısı da bir azize benzetilerek Hıristiyanlarca da kutsallaştırılmış. Ancak üzerindeki dualar günümüze kadar gelemeden silinmiş.

     Grek Mitolojisine göre ise Kayıkçı Kharon, ölülerin ruhlarını Stiyks ırmağından geçirip yer altı ülkesine götürmekle görevlidir. Kharon ölülerden bazılarını kayığına alıyor, bazılarını da yalvarmalarına dahi kulak asmadan kıyıda bırakıyor. Kharon’un kıyıda bıraktıkları, öldükleri zaman kendilerine dini tören yapılmayanlar. Çünkü dini törenle gömülenlerin gözlerinin üzerlerine,  öbür dünyada köprüyü geçmeleri sırasında kullansınlar diye yakınları tarafından altın para konmakta. Gözleri üzerinde para bulunmayanların, dini tören yapılmadan gömülenler olduğu anlaşılmakta. Bunlar yer altı Tanrısı Hades’in yönetimine girmeden önce yüz yıl ıstırap çekecek ve boşlukta dolaşacaklardır.


     Bugün bu dev heykel hala tepeden Antakya'yı izlemeye devam ediyor.
     Antakya’daki birinci günün sonuna geldiğimizde tüm Antakya’yı uçaktan görüyor izlenimi yaratan dağın en tepesindeki restoranda bir şeyler yiyip içtikten sonra aşağı meydana indik ve Antakya’nın ünlü tatlıcı dükkânında künefemizi yedik. Daha sonrada buradaki ilk meclis binasını görmemi istediler. Geceyi meclisin kafesinde yiyeceğimiz dondurmadan sonrada sonlandıralım dedik. 
        Meclis binası şimdi bazı toplantıların düzenlendiği ve müze haline getirildiği, ayrıca üst katının restaurant ve kafe ye dönüştürülerek hizmet vermesi için düzenlenmiş olan  bir bina.
                               
     Antakya’ya gelip de Asi nehrini görmeden ve çekilen “Asi” dizi filmin yıldızlarının uğradığı mekânda “atom” içmeden dönülür mü?
     Asi Nehrinin neden bu adı aldığını merak ediyordum. Akması gereken yönün tersi yönünde aktığı için bu adı aldığını düşünüyordum. Oysa nehir, akması gereken yönün tersine doğru akıyormuş gibi göründüğünden “asi” adını almış. Aslında nehir normal akışında seyrediyor.  Fakat akış yönünün tersinden yani rüzgâra karşı aktığı için su üzerinde ki hafif dalgalanma tersine akıyormuş izlenimini veriyor. Bu rüzgâr hiç kesilmiyor. Sürekli hafif hafif esiyor ve bu esinti Hatay’da sıcaklığın hissedilmesini önlüyor. O kadar sıcak olmasına rağmen bunalmıyor terlemiyorsunuz. Nem oldukça az ve rüzgâr oranın bir nimeti.
       Fotoğrafta nehrin ileriye doğru aktığı sanılıyor, ancak esen rüzgârın oluşturduğu dalga öyle gösteriyor. Nehir size doğru akıyor aslında.  Nehir üzerindeki köprüde gözleri görmeyen bir nine ile dede var. Dede klarnet çalarken ninede şarkısıyla eşlik ediyor.  

      Antakya parkı oldukça büyük bir alan üzerine kurulmuş, adeta orman gibi. Değişik hayvanların çocuklar tarafından izlenebildiği, oyun oynayabildiği, çay park ve küçük yiyecek salonlarının olduğu bir yer.  Orada dinlenmek ayrı bir keyifti.
       Antakya parkından çıktıktan sonra Antakya evlerini, dar sokaklarını, valilik binasını, sokakları cennet görünümüne sokan o güzelim ağaçları keyifle seyrederek dolaştık. Gün Pazar olduğundan kiliselerin açık olacağını düşünmüştüm. Fakat yaz sıcağında gün içinde fazla ziyaretçi olmadığından   kapıya bulundukları yeri yazarak kendilerini çağırabileceklerini belirten not bırakmışlar.  Bizde rahatsız etmek istemedik. Çünkü sıcaktan oldukça bunalmıştık.   Asi nehrinin üzerindeki köprüden geçerek yürüdük.
     Yol boyunca çarşının bazı yerlerinde doğalgaz için kazılar vardı. Fakat bazı yerlerde kazı durdurulmuş. Çünkü kazılar sırasında şehrin altında başka bir şehrin kalıntıları çıkmış. Kemerli sütunların olduğunu gördük kazılar altında. Ve öğrendik ki orası 1. derecede deprem bölgesi olduğundan şehir 6 defa farklı medeniyetler döneminde depremler nedeniyle yerle bir olmuş ve yeniden kurulmuş. Bu kalıntıların hangi döneme ait olduğunun öğrenilmesi ve kazıların sağlıklı yapılabilmesi için ilgili heyetin ve arkeoloji uzmanlarının gelmesini bekliyorlar.            
         Gezimin son günü uzun çarşıyı görüp biraz alış veriş yapmak istedim. Dar sokakları olan çarşıda aradığın her şeyi bulabileceğin kadar çeşit var. Kocaman kabaklar dizilmişti tezgâh raflarına. Kabağı kireç suyuna yatırarak tatlısını yapıyorlar. Biraz sert yapıda bir tatlı oluyor ve müthiş bir lezzeti var. İnanamadım bir kabağın bu kadar lezzetle damağımı sıvayacağına.

     Sonra bakırcıları dolaştım el yapımı birkaç eşya aldım hatıra olsun diye. Kendi elleriyle yapıyor bir usta ve bu mesleğin de artık makineleşmeye başladığından dertleniyor. Çarşıda dolaşırken değişik karelerde gözüme çarptı tabii. Turşu dükkanlarının önünde el arabasında uyuyan işçi gibi örneğin.

       En son şark odası havasında düzenlenmiş bir kahve evinde kahvelerimizi içip Antakya meydanından yürüyerek rektörlük binasının bahçesinde biraz serinledikten sonra eve gidip bir duştan sonra valizimi ertesi gün yola çıkmak üzere hazırlamaya başladım.  
    Son olarak önereceğim şu;      Antakya’ya gelip o güzelim yerleri görmeden dönmek Antakya’ya haksızlık olur. Buraya gelen herkese Antakya Müzesi'ni, doğal güzelliği ve özgün restoranları ile ünlü Harbiye'yi, Samandağ'daki Titus Tüneli'ni görmeyi öneriyorum. Şehrin içinde bulunan Uzun Çarşı ve eski sokaklar görülmeye değer. Ortodoks ve Katolik kiliseleri de görülecek yerler arasında.  Ama yenileme çalışmaları yapıldığından St. Piyer'i göremedik biz. Buraya özgü birde künefe tatlısını yemeden sakın dönmesin kimse. Peynir ve tel kadayıfından yapılan tatlı, sıcak servis ediliyor. Antakya mutfağı oldukça zengin ve bu zenginliğin en önemli öğelerinden biri de Künefe tatlısı.
























23 Kasım 2012 Cuma

Kuralına Göre

Kuralına Göre

Bazı insanlar sevinir içer, üzülür içer, kutlamak için içer,efkarlanır içer. İçki dendiğinde pek çok içki arasından rakı geliyor insanın aklına.
Rakı sözcüğünün her geçtiği yer ve zamanda babamı ve sözlerini hatırlarım. Babam ‘Adamı tanımak istiyorsan beraber rakı içeceksin.’, ‘Herkes içki içmesini bilmez. İçmenin adabı vardır.’ derdi.
İçimden ‘İçmek içmektir işte, kuralı mı olurmuş?’ derdim; ama babamdan çekindiğimden bir şey soramazdım. Evet, içtiğinde saçma sapan konuşanları, içindeki kin ve öfkeyi kusanları, kuduz olmuş gibi etrafa saldırıp ertesi gün ‘Çok içmişim, farkında değildim.’ diyenleri gördükçe içmenin de bilmekle ilgisi olduğunu, içmenin gerçekten kuralı olduğunu öğrendim. İçmenin de bir kültür olduğunu anladım.
İçmek üzerine kuralları araştırdım ve bakın neler buldum. Pek çoğu da babamın söyledikleri üstelik… Gerçekten babam, baba adammış, bilemedim. Önce babamın içerken yaptıklarını sonra da içme adabıyla ilgili kuralları paylaşacağım sizlerle.
Rakıyı babam gündüz içmezdi ve ‘Rakı, gün battıktan sonra içilir.’ derdi. Rakıdan küçük yudumlar alarak ağzında biraz bekletir ve dişlerinin arasından derin bir nefes alırdı. Neden öyle yaptığını sorduğumda ‘Tadı öyle çıkıyor kızım.’ derdi. Acı şeyin tadı mı olur derdim. ‘Tadı acı da olsa keyfi tatlı’ derdi.
Rakı, kafayı dağıtmak için içilir, iş ise ciddi bir şeydir, rakı masasında iş konuşulmaz, konuşulursa da boşa konuşulur, unutulur gider derdi babam. Rakıya asla buz koymaz ve susuz içmezdi. İkide bir kadeh tokuşturmaz şöyle bir kaldırırdı. Aç mideye asla yudum rakı almaz, bir iki yudumda olsa altlık yapardı. Meyveyi meze olarak kullanmaz, yoğurt, beyaz peynir, kavun ya da leblebiyi meze yapardı. Karşısında biri varsa rakıyı mutlaka eşit paylaştırır son damlasını ziyan etmez ‘günah’ derdi. Bardağı masada boş bekletmezdi. Rakıdan başka içki içmediği gibi, rakı içtikten sonra başka bir içki içen olursa içmeyi bilmiyor sayar, anında notunu verirdi.
Araştırmam sonucunda bulduğum ve pek çoğu babamın da uyguladığı rakı içme adabıyla ilgili kuralları yazıyorum;
·         Rakı güneş battıktan sonra, yavaş yavaş ve muhabbet eşliğinde içilir.
·         Bardağa konan rakının yarısı kadar su konursa makbuldür.
·         Rakıdan küçük yudumlar alınır, bir dikişte bir duble bitirilmez.
·         İlk yudum alındıktan sonra ağızda bekletilir,ve dişler arasından derin bir nefes alınır.
·         Masada yaşça en büyük kişi rakı kadehini tokuşturmak için kaldırmadan, rakı kadehleri kaldırılmaz.
·         Rakı sofrasında plandan, projeden bahsedilmez. Geyik muhabbetleri yapılır, anılar anlatılır, vatan millet kurtarılır, dedikodu yapılır, yüksek sesle düşünülür.
·         Sigara tablasına zeytin çekirdeği, sıkılmış limon kabuğu konulmaz.
·         İçilen kahve tabağına sigara söndürülmez. Peçeteye su dökülüp el silinmez.
·         Rakı kadehine önce rakı, sonra su, sonrada buz konur.  Bu sıra bozulursa anason kadehin üzerine çıkar  ve tadı kaçar. Ayrıca rakıya buz koymak yanlıştır. Çünkü buz rakının içindeki suyla alkolü aynı oranda etkilemediği için seyrek olan alkol üste çıkar. İdeal karışım bozulmuş olur. O nedenle en ideali rakıya soğuk su koymaktır.
·         İçmeye başlamadan önce aperatif bir şeyler yenmelidir. En uygunu zeytinyağlılardır. Çünkü zeytin yağı mideye bir şeyler indikçe üste çıkacak, alkolün yemek borusundan genize doğru gelmesi engellenecektir.
·         Mezesiz rakı içilmez.
·         Rakı sofrasında kadeh bir defa tokuşturulur. Bundan sonra sadece kadeh kaldırılır. Masaya yeni birisi gelirse tekrar kadeh tokuşturulabilir.
·         Rakı yanında şalgam suyu içilmez.
·         Rakı masasına el içi ya da yumrukla vurulmaz.
·         Bağırarak konuşulmaz, sakin olmak önemlidir. İçkinin keyf almak ve muhabbet için içildiği unutulmamalıdır.
·         Rakı bardağı boş beklemez. Masadan kalkarken bile bardağın dibinde biraz bırakılır.
·         Masadaki en genç kişi sakilik yapar. Büyüklere sakilik yaptırılmaz.
·         Rakı size sarhoş edeceğini zamanında hissettiren içkidir. Fark ettiğiniz an bunu ya yanınızdakilere söylemeli ya da masayı terk etmelisiniz.
·         Rakı masasında şarap, bira gibi başka alkollü  içecek olmaz.
·         Şişede kalan rakı son damlasına kadar paylaştırılır. Daha da içmek isteniyorsa paylaştırma faslına girmeden yenisinin siparişi verilir.
·         Herhangi bir marka içki içilirken başka bir markayı övmek yanlıştır. Çünkü o an içtiğiniz içkiye hakarettir.
·         Unutulmaması gereken önemli bir hususta rakı sofrasının saygın bir cemiyet olduğudur. Bu meclise katılan saygı gören bir kişiliğe sahip demektir ve diğerlerine karşı da saygılı olmak zorundadır.
·         Rakının en önemli mezesi muhabbettir. Aşk, hüzün, atmasyon, atraksiyon… her şey konuşulur.

Rakıyla ilgili yanlış bilinenlerden bir iki de örnek vermek istiyorum.
Örneğin, kimileri rakının üzümden değil hala  anasondan üretildiğini düşünüyor. “Rakı sadece suyla, buzla içilir; kebapla, balıkla içilir, başka zaman içilmez” diyenler var. Biliyor musunuz Almanlar  rakıyı ve uzoyu  sek içiyorlar.

Her içkiden bahsedişte, rahmetli dedemi de hatırlarım. Oldukça iyi içen, içtiğinde neşelenen ve neşelendiren nadir İnsanlardandı dedem. Her akşam bir 35’lik içerdi. Biz torunlarını etrafına toplar babannemle nasıl evlendiklerini, katıldığı savaşı, askerliğini, asker olmanın erdemini anlatır anlatırdı.  En son, teybe koyduğu kasetteki oyun havalarıyla bizi oynatır, cebindeki tüm parayı başımızdan aşağı atar, sabah da kahveye giderken çay parasını bizden isterdi tonton dedem. Rahmetli babaannem de onun içmesine çok kızar, ‘Zıkkım iç, benden önce ölürsen başucuna bir şişe rakı koyacağım.’ derdi. Dedem de, babaannem iğne oyalarını çok yaptığı ve elinden hiç düşürmediği için ‘Ben de, sen benden önce öbür tarafa gidersen iğne ile bol iplik koyacağım başucuna.’ der, şakalaşırlardı.
Rahmetle anılmayı istediler sanırım aklıma geldiklerine göre. Ruhları şad olsun.
İçecekse öyle ya da böyle içmesini, içerken keyif almasını, aldığı kadar da keyif vermesini bilenler içsin arkadaş. İçtiğinde kendini kaybediyor, başkalarını rahatsız ediyor, ağzına hükmedemiyorsa da hiç içmesin.
İçki masalarındaki sohbet keyiflidir aslında, muhabbeti, kahkahaları bir başkadır içmesini bilene. ‘Rakı kadehinde balık olsam’ mısrasını Orhan Veli boşuna söylememiştir herhalde; ama balık olacak kadar da değil... Hiçbir şeyi aşırıya kaçmadan, keyif için, zararsızca yaşayabilirsek ne güzel.
Güzellikleri, sohbeti ve neşeyi dozunda ve ayarında yaşamak  gerek.




17 Kasım 2012 Cumartesi

Bitkiler sağlık kaynağı



Bitkiler ile ilgili bilmemiz gerekenler.

Bitkilerin tümünün faydası tartışılmaz. Ancak bazıları var ki bilinmesi gerçekten önemli. Paylaşmak istedim.

Kuru erik: İçeriğinde yüksek miktarda Antioksidan içerir.

Kabak Çekirdeği: Yüksek mineral oranı erken ölüm riskini azaltır.

Sardalya: Demir, magnezyum, bakır, çinko, fosfor, potasyum, manganez içerir

Zerdeçal: Vücutta iltihaplanmayı önler ve kansere karşı koruma sağlar

Yaban Mersini: Hafızayı kuvvetlendirir.

Kabak: Kalori değeri düşük, lifler bağışıklık sistemini güçlendiren A vitamini bakımından zengindir. Uzun süre tok tutar.
Pancar: Folik asit bakımından zengindir. Kırmızı rengini veren pigmentler kansere karşı savaşır.

Lahana: Kanserle savaşan enzimleri harekete geçiren "sulforaphane" isimli kimyasalı içerir.

Pazı: Yapraklarında, gözleri yaşlanmanın etkilerinden koruyan karotenoid maddesi bulunur.

Tarçın: Kan şekeri ve kolesterolü kontrol etmeye yardımcı olur

Nar suyu: Antioksidan bakımından zengindir. Tansiyonu düşürür

Büyükada


Büyükada

İstanbul’a gelip Büyükada’ya gelip gezmeyen sanırım yoktur. Varsa mutlaka görmesi gerekir. Büyükada ile ilgili biraz bilgilenmek gerekir düşüncesiyle yazıyorum.
Büyükada, yabancılar tarafından Prens Adaları olarak da bilinen İstanbul açıklarındaki adaların en büyüğüdür. Eski adı Prinkipo'dur."Prinkipo" Rumca'da "Prens" anlamına gelmektedir.

  

Coğrafyası
Yüzölçümü 5,4 kilometrekaredir. Kış nüfusu 2000 yılı verilerine göre 7.320 kişidir. Evlerin çoğunun yazlık mahiyetinde olması sebebiyle yaz nüfusu kış nüfusundan çok daha fazladır. Maltepe sahiline uzaklığı 2.300 metredir. Büyükada'da biri güney, diğeri kuzeyde olmak üzere iki tepe bulunur. Güneydeki tepe, 203 metre yükseklikteki Yücetepe'dir. Kuzeydeki tepe ise 164 metre yükseklikteki İsa Tepesi'dir.

Tarihçesi
1930 yılında Karacabey mevkiindeki Rum Ortodoks mezarlığı yakınında bulunan ve Büyük İskender'in babası Makedonya kralı II. Filip'e ait altın sikkeleri ihtiva eden Büyükada Definesi, adanın tarihine ilişkin en eski bulgudur. Hepsi 207 altın sikkeden ibaret olan define şu anda İstanbul Arkeoloji Müzesi'ndedir. Diğer Prens Adaları gibi Büyükada da Bizans döneminde sürgün yeri olarak kullanılmıştır. Adalar, Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul'un fethi'nden bir ay önce zaptedilmiştir.



Tarihi yapıları
Adanın en yüksek tepesinde Aya Yorgi Kilisesi ve Aya Yorgi Manastırı bulunmaktadır. Buradaki ilk yapı, M.S. 6. yüzyıl'da inşa edilmiştir. Bu mevkide, bir çok kilise ve manastırın kalıntıları da vardır. Bunlardan bazıları günümüze kadar ulaşmış, bazıları yıkıntı olarak kalmıştır.
İsa Tepesi'nde ise Hristos kilise ve manastırı ile Rum Yetimhanesi bulunmaktadır. Rum Yetimhanesi'nin binası dünyanın en büyük ahşap monoblok yapılarındandır.
Kumsal semtindeki Ayios Dimitrios kilisesi de Büyükada'nın önemli dini yapılarındandır. Adadaki Ortodoks cemaat, büyük ayinlerini burada yapar.
Büyükada'da bulunan 4 camiden mimari bakımdan en dikkat çekeni 2. Abdülhamid tarafından yaptırılan Hamidiye Camii'dir. Mimari açıdan Batı etkisinde inşa edilmiş bulunan mekan, Ada Cami Sokağı'nda bulunmaktadır.

  

15 Kasım 2012 Perşembe

Sarımsak


      Derde Deva

       Öncelikle kendisini tanımakta fayda var. Karanlığı seven Soğan ve pırasa ailesine kuzen  olan sarımsak kirli beyaz renkte bir meyve ve hem taze olarak hemde toprağın altında yetiştiğinden yaprakları kurumaya yüz tuttuğunda toplanır. Kendini beğendiren sarımsak diri görünümlü,iri dişlidir. Zarı andıran kabuğu yeterince kuru ama dişlerinden ayrılacak kadar da kuru olmaması gerekir. Dişlerinden kolay ayrılması için bir havluya sarım sert bir cisimle hafifçe vurmak yeterlidir. Karanlık ve serin ortamda beklemeyi sever. Buzdolabından hoşlanmaz.İki aydan fazla beklemeyi sevmez. Eğer dişlerini ayırdıysanız birkaç gün sonra içi boşalmaya başlar. Zarlarından tek tek ayırıp zeytinyağı içinde bir kavanozda bekleyebilir ve bu arada zeytinyağına katacağı hoş lezzet salatalara yansır.
          Kastomonu sarımsak yetiştiriciliğinde ön sıradadır.Tokat, Niksar, erba da sarımsak üretiminde at başı giderler. Amerika, Kaliforniya, teksas ve Meksika, Fransa, İtalya, ispanya gibi ülkelerde de sarımsak kokuları bizden aşağı değil hatta fazladır.
       Mantı sarımsaksız olmaz. Cacık sarımsaksız akılda kalmaz.Patlıcan  öksüz kalır, karides tereyağından sarımsak olmadan haz almaz. Her türlü makarna çeşidinin süsüdür, lezzetidir. Anadolunun dört bucağı, Akdenizin tüm mutfakları için sarımsak beyaz altındır.
       Etlerin marine edildiği zeytinyağlı, taze otlu soslar, bol sarımsak sürülmüş baget ekmeğin üzerindeki domates, zeytinyağı ve fesleğenden oluşan lezzet.Etin, kekiğin koluna girerek sağlam adımlarla yürüyen sarımsağın lezzeti tüm mutfakları peşinden sürükler.
     Sarımsağın henüz birde bebeklik dönemi vardır. Hani yeşil yapraklı, pırasa soğan arası, daha yumuşak aromalı olan evre. İnce ince doğranıp, deniz tuzu, taze kekik ile karıştırılıp, kızarmış yereyağlı kızarmış ekmeğin üzerine sürülen muhteşem lezzet.
      Ne seninle ne sensiz” denir ya sarımsak için mi söylenmiştir acaba.Doğramaya ve ayıklamaya kalktığımızda ellerimizden kokusu iki gün gitmez. Ya ağzımızdaki kokusu. Sevgiliyle randevudan vazgeçirtir. Yanılıpta bir kişinin yanına gidildiğinde utançtan nefesler tutulur. Ama şifası ve lezzetide vazgeçilmez.
      Sarımsağı fırında pişirip denediniz mi? Lezzeti bir harika.Aynı zamanda ağzınız kokmaz. Püre haline getirerek mamaların ve sosların içinede katılır.Nasılmı yapacağız? Sarımsak başlarını folyo kağıda sarıp 200 derece ısınmış fırında 445 dakika pişirmek gerek.Ayrıca biraz zeytinyağı, bir kaşık su,tuz ve biber ile sarımsak dişlerini harmanlayarak 200 derece fırında 45 dakika bekletmekte yeterli olur.
     Sarımsak hazretleri içerdiği antibiyotikle baş, diş ağrısını giderir,yaraların onarımını sağlar,şeytanı ve kötü ruhları kovar,kokusu akrep ve örümceklerin girmesini önler,kölelere güç verdiğinden mısır piramitlerinin tamamlandığı söylenir. Kalbimizi kolesterolden, tansiyondan korur, ömrümüzü uzatır. Bütün bunlarınhatırına eller, nefesi kokutmaya değermi değmez mi bir düşünelim ha!

14 Kasım 2012 Çarşamba

Terk Ettim Kendimi

Terk Ettim Kendimi

Alevlendi yalnızlığım yine
Çaresizliğin yangını
Kor gibi yüreğimde
Sürüklenip gidiyorum zamanın yelkeninde
Cevapsız kalan sorular, yarım kalmış duygularla
Terk ettim kendimi
Taşınıyorum yüreğimden
Akıp giden zamanın
Merhametsiz unutkanlığına

Bu Vatan Nasıl Kurtuldu

      Bu Vatan Nasıl Kurtuldu

1876’daki Osmanlı-Rus savaşından önce bir İngiliz subayı olan Frederick Burnaby bizim askerlerin sessiz dayanıklılığına ve metanetine nasıl şaşırdığını “At Sırtında Anadolu” isimli kitabında anlatıyor. Anadolu’yu at sırtında baştan sona geçmiş ve oturup gördüklerini bir bir yazmış.
Frederick Burnaby at sırtında Erzurum üzerinden Erzincan’a giderken yolda 400 kişilik bir kafile görüyor. Kendileri at sırtında zorlukla yol alırken bu insanlar belli bir nizam içerisinde menzillerine yürüyorlar. Ancak ne üstte var ne başta ve tamamına yakınının ayağında ayakkabı da yok. Ayakkabının ötesinde, bazılarında çarık bile yok. Bazıları buldukları bez parçalarını ayaklarına dolamış, kimi ise yalın ayak. Ama hepsi ayaklarında sanki bot varmış gibi yürüyor. Savaş cehennemini görmüş biri olarak Frederick Burnaby’nin gözleri fal taşı gibi açılıyor. Bunların kim olduklarını soruyor. Silah altına alınan yeni askerler olduklarını öğrenince ‘İmkânı yok bunlar Erzincan’a ulaşamazlar. Yazık, donarak ölecekler’ diyor.
Üç dört gün sonra Erzincan’a ulaştığında ilk kararı mola verip o garip kafileyi beklemek oluyor. Yalın ayaklı asker adayları İngiliz subayından iki gün sonra kayıpsız Erzincan’a geliyor. İçlerinden birkaçının ayak parmakları donmuş, birkaçının donan parmakları düşmüş, o kadar.
Frederick Burnaby bu fedakâr insanları görünce günlüğüne ‘Yeryüzünde böyle bir asker yok. Bizim askerler bunu asla yapmazdı’ diye not düşüyor.
O yalın ayaklı çocuklardan kaçı ana kucağına geri döndü bilinmez, kaç tanesi bayram gördü bilinmez, kaç ana yeniden yavrusunu gördü bilinmez. İşte bu fedakâr insanlarla, bu kendini değil, vatanını düşünen insanlarla, canını hiçe sayan kınalı kuzularla vatan kurtuldu ve biz onların düşünmeden akıttıkları kanları sayesinde gerine gerine yaşıyor, özgürce nefes alabiliyoruz. 
Bu vatan bizim değilse kimin?



Türban

   Türban

Toplum anlayışı insanların anlayışının bir bütünü. Çünkü insanların birlikteliği, bir toplumu; düşünceleri ise toplum anlayışını oluşturuyor. Kimi kez insan kendi yarattığının kölesi durumuna düşüyor bilmeden ya da yöntemine uyularak düşürülüyor.
Kadınlar toplumla daha barışık, kadın ve toplum bir bütün aslında. Çünkü kadın daha duygusal...  Oysa toplum kuralları kadına karşı… Sanki kadın yok gibi. Sanki kadın bu toplumun eşyası gibi. Çünkü kararları erkekler alıyor, uyması gereken ise kadınlar oluyor.  Yapılan hizmet ve alınan kararlar kadınların rahatı içinmiş gibi yapılıp kadının desteği alınıyor ancak kadın kullanılıyor. Oysa erkeğin yaptığı her başarılı işte destekçisi genelde kadın değil mi?
İşte son derece gereksiz oyunlardan bir tanesi türban…
Öyle bir sunuluyor ki konuştukça önemi arttırılıyor. Oysa amaç belli, yol belli. Kural belli, kuralları koyan belli... 
Her şeyden önce insan hakları var. Türban kadının kendi isteği ile değil, erkeği memnun etmek için ya da baskı sonucu takılıyorsa kadının insan hakları yok ediliyor demek. Ve kadın buna karşı olmalı.
Yok eğer kendi iç özgürlüğüne bağlı olarak tercihen takıyorsa saygı duymak gerek.
Eğer türban bir siyasi simge olarak takılıyorsa bunu da tartışmak gerek.
 Kadın siyasi düşüncesini taktığı türbanla apaçık duruma getiriyor. Peki aynı siyasi düşünceyi taşıyan erkeğin türbanı nerede? Görünmeyen türban daha tehlikeli değil mi? Beyinlerdeki mayın gibi... Düşünce aynıysa ve türban düşüncenin simgesi ise erkekte taksın türbanı. Yok eğer türban, kadına baktığında günah düşünceleri uyanmasın diye erkeği korumaksa kadın savunsun hakkını. Bir saç telinin görünmesi günahsa eğer, yanacak Cehennem’de bütün erkekler!
   Türban kadının seçimi deniyor da kadın türbanı nasıl seçiyor? Neyin doğru neyin yanlış olduğunu henüz anlayamadığı ilkokul yıllarında başları kapatılan çocuklar neyin seçimini yapabilir ki?..  9-13 yaşları arasında çocuklar hangi hür iradeyle bunu isteyebilirler? Hatta bazen 5 yaşında bile başı ailesi tarafından sarmalanmış bebeler var. Daha küçücük yaşında, hiçbir şeyin farkında olmadığı dönemlerde kapatılıyor başları. Genellikle genç kızlar ve çocuklar,  çevresi ve ailesi tarafından yapılan baskı nedeniyle, başını kapamadığında dışlanma korkusu ile, saçın görünmesinin günah olduğunun söylenmesi ve saçı görünürse Cehennem’de yanacağı korkusunun oluşturulması ile başlarını paket gibi sarmalıyorlar. Çocukların etrafında bulunan tüm kadınların başlarının kapalı olması da psikolojik olarak onların kapanmayı kabullenmesini sağlıyor. Bu kabullenişi zamanla içselleştiriyor ve sonuçta bunu savunur hale geliyor. Kapanmanın nedeni ve nasılı Kurân-ı Kerim’de… Örtünme ile ilgili Araf suresi âyet 26’da belirtilmiş: ‘Ey ademoğulları, size çirkin yerlerinizi örtecek kadar giysi indirdik. Takva (iman) elbisesi daha hayırlıdır.’ demektedir. ‘Ey ademoğulları her mescide gidişinizde ziynetli elbiseler giyinin. Yiyin için ama israf etmeyin.’
Azhap suresi ayet 59: ‘Ey peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına bir ihtiyaç için dışarı çıktıklarında örtülerini üzerlerine almalarını söyle. Onların tanınmaması ve incitilmemesi için daha hayırlıdır.’
Nur suresi, âyet 60: ‘Bir nikâh ümidi beslemeyen çocuktan kesilmiş kadınların ziynetlerini göstermeksizin dış elbiselerini çıkarmalarında kendilerine bir vebal yoktur.’
Nur suresi, âyet 31: “Mümin kadınlara söyle, gözlerini korusunlar, namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere ziynetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini yakalarının üstlerine örtsünler.  Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, erkek kardeşleri ve onların oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları ellerinin altında bulunan, erkeklerden kadına ihtiyacı kalmamış hizmetçiler, henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına ziynetlerini göstermesinler. Gözlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar.’
Ayetteki ziynet nedir? Yoruma göre değişir.
Başın değil, aslında düşüncelerin kapalı olmamasıdır önemli olan. İnanan, inandığı için kapansın. Farklı amaçla ya da birilerine hoş görünmek için değil. İdeolojik simge durumuna gelmesidir aslında insanı rahatsız eden. Yoksa anneanemiz gibi, mahalledeki teyze gibi bağlayabilir bağlayan eğer amaç siyasi simge değil, iş bulmak için değil, birilerine hoş görünmek için değil inandığı için ise eğer.

       Acaba türbanı gençler aralarında moda haline mi getiriyor diye düşünüyorum bazen. Çünkü kabarık saç modeli gibi eşarbın içine bir şey koyup yükseltiyorlar başlarını, kabarık baş haline getiriyorlar. Daha çok dikkat çekiyor üstelik. Hele alınmış kaşlar, sürme çekilmiş gözler, dar pantolon, streç bir bluz ya da tişört üzerine baş bağlama hangi inanışın simgesi sorası geliyor insanın.    

Vatan İçin

Vatan İçin

Çocuklarıyla olduğu resimde gözleri
Çektiği acıları hissedebilir misin ki
Kahpece almış onları kahpenin kurşunu
Göz açıp kapama süresi
Çok sevinmiş ilk oğlu asker olduğunda
Sabah bakmış bahçede açmış akasya
“Uğurdur” demişler ona
Cenazesini getirmişler teskeresine beş gün kala
İkinci oğlu giderken askere
Yüreği yanmış, sevinememiş
Terörün hain kurşunu pusuda
Onu da almış vatan uğruna
Onlara vatan aşkını öğreten babalarını da
Şehit vermiş toprak uğruna
Diyor ki!
Acımı paylaşmak için
Sırtıma koyduğun elin
Denizler kadar kanayan yüreğimde
Bir kum tanesidir tesellin
Bedenim bir kara tren
Evlat acısı ile titreyen
Yüreğim kırık bir testi
Acı sızar her yerinden
Gözlerim olmuş bir pınar
Çaresizliğe akıyor
Silah tüccarları savaşlar yaratıp
Ağızlarından akan salyalarla
Yeni canlar almak için tetikte bekliyor
Her biri kendi çıkarlarını
Ülkemin üstünde tutuyor
Bahçemdeki akasya tomurcukları
Yaralı düşlerimin umutları
Herkes şunu iyi bilsin
Analar savaş istemiyor

Çocuk Tarihimin İzleri

Çocuk Tarihimin İzleri

Başımı kaldırdığımda
Masmavi gökyüzü
Çocuk masumluğunda gülümsüyor yüzü
Pamuk tarlalarının arasında
Elimden tutuyor çocukluğum
Dalıyoruz sokaklara
Saç baş dağınık koşuyoruz  
Yuvarlanıyoruz tozlu yollarda
Dizim kanıyor
Gözüm birden dizimdeki ize kayıyor
Hemen yanında bir derin yara daha
İncir ağacından düştüğüm günü anımsatıyor
Bedenimdeki çiziklerin her biri
Çocuk tarihimin izleri
Geçmişin salıncağında sallıyor da sallıyor