28 Aralık 2012 Cuma

Yeni Yıl Hediyesi


      Hediye

     Herkeste bir telaş.  Çünkü yeni yıl yaklaşıyor. O mağaza senin, bu mağaza benim misali hesapsızca ve hızlı bir tüketim içinde koşturmaca.  Bu koşturmaca da sahtelik ya da içtenlik ne kadar?

     Sevdiği ve anımsanmak istediği insanlar için bir şeyler alma telaşı içinde oradan oraya koşturuyor insanlar. Bir hediyeyi almış olmak için almakla, gerçekten istediğin için almak çok farklı iki şey. Hediyeyi almış olmak için alarak sanki bir görevi yerine getirmiş oluyorsun.  Ama gerçekten istediğin için alıyorsan, aldığın ne ise ona yüreğini katıyorsun.
     Kaç kişi yüreğini katıyor acaba aldığı hediyeye? Kaç kişi sevdiğinin zevkine uygun olanı bulmaya çalışıyor? Kaç kişi gerçek zevkini biliyor? Alınan hediye  milyon değerinde olur ama içinde sevgi yoktur. Senden bir şeyler yoktur. O nedenle pek değeri olmaz. Maddi değeri fazla olmayan bir çiçek, bir toka, bir kitap alırsın sevdiğine ama içinde sevgin vardır, ruhun vardır. En değerlisi de odur. Hediye sadece bir günü sembolleştiriyor. Sevgiyi ölçmüyor.

    Paraları yeterli olmadığından birbirlerine hediye almak için çok sevdikleri bir şeyden vazgeçen, böylece birbirlerini ne kadar sevdiklerini ve değer verdiklerini gösteren bir çiftin hikâyesini sizlerle paylaşmak istiyorum.

    Ertesi gün yılbaşıydı. Kocasına hediye almasa kahrından ölürdü. Aynada kendine baktı. Saçları altın renkli bir çağlayan gibi parlayarak ve dalgalanarak dizlerine kadar iniyordu. Yerdeki kırmızı tüyleri dökük halıya bir-iki damla gözyaşı aktı. Genç kadın, gözlerinin yaşı kurumadan kahverengi ceketini kapıp aynı renkteki şapkasını başına geçirdiği gibi eteklerini savurarak kapıdan fırladı. Merdivenleri inip sokağa çıktı. "Her çeşit saç alınır" yazısını okuduğu kuaför dükkanının önünde bir süre bekledi, az sonra içeriye girerek;
- Saçlarımı alır mısınız, diye sordu.
Bayan;  bir bakalım, dedi.
Genç kadın şapkasını çıkardı ve altın renkli çağlayana benzeyen saçları aşağı doğru dökülüverdi. Kuaför bayan, genç kadının istediği parayı vererek güzel bir peruğa dönüşecek saçları hemen kesti.
      Genç kadın iki saat pembe bir bulut üstünde uçar gibi, kocası için istediği hediyeyi bulmak üzere dükkanların altını üstüne getirdi. Nihayet istediğini bulabildi. Güzel, zarif, platin bir saat zinciri... Kıymeti, gösterişli süslerinde değil, desenin sadeliğinde ve kibarlığında idi. Bütün iyi şeyler böyle olmalı diye düşündü. Bu zinciri taktıktan sonra kocası artık saatine nerede olsa bakabilir, daha doğrusu bakmaya heveslenebilirdi. Halbuki şimdi o emsalsiz saate, sıradan bir kayışa asılı olduğundan, gizlenerek bakıyordu.
      Genç kadın eve geldi ve aynadaki aksini uzun uzun dikkatle seyretti.
Kendi kendine "Kocam bu halimi görüp de ilk bakışta beni öldürmezse iyi!" diye
düşündü. Yedi buçukta kahve pişirilmişti. Kocası hiç geç kalmazdı. Genç kadın zinciri avucuna alarak kapının yanındaki masanın başına oturdu. Kocasının merdivenlerin ilk basamağındaki ayak seslerini duyunca bembeyaz oldu. Gündelik en basit şeyler için bile dua etmeyi adet edinmişti. "Büyük Allah'ım, yalvarırım sana, ne olur saçlarımı beğendir!" diye mırıldandı.
     Genç adam kapıyı açtı ve içeri girip arkasından kapadı. Zayıf ve pek ciddi bir hali vardı. Gözleri karısına dikilmişti. Genç kadın bu bakışların manasını anlamayarak korktu. Heyecanla;
- Saçımı kesip sattım. Yılbaşını sana hediye almadan geçiremezdim.
Ne olacak, yine uzar. Affediyorsun değil mi? Unutalım bunu, ne olur! Sana
ne güzel, ne hoş bir hediye aldığımı hayal bile edemezsin, dedi.
Genç adam karısına sarıldı ve pardösüsünün cebinden bir paket çıkararak
masanın üstüne attı.
— Aşkım, aldanıyorsun. Saçını nasıl kesersen kes, hiç fark etmez. Sana olan sevgimde hiç değişiklik olmaz. Paketi açarsan, birdenbire neden şaşırdığımı
anlarsın, dedi.
Genç kadın beyaz parmakları ile kâğıdı yırtıp ipleri kopararak paketi açtı. Açmasıyla feryadı basması bir oldu. Gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Paketten genç kadının bir vitrinde görüp uzun müddettir arzuladığı taraklar çıkmıştı. Kaplumbağa kabuğundan yapılmış elmas kenarlı o güzel taraklar işte önündeydi. Renkleri de saçlarına ne kadar uyuyordu! Pahalı olduklarını bildiğinden hiç ümide kapılmadan unutmuş gitmişti. Hiç beklemediği olmuştu şimdi; ama ne çare ki, bu canım tarakları süsleyecek o güzel lüleler yoktu artık. Nihayet kendini toplayarak kocasının getirdiği hediyeleri bağrına bastı. Gülümseyerek kocasına baktı ve;
- Bir tanem, benim saçlarım çabuk uzar, deyip avucunu açarak sevinçle kendi hediyesini kocasına uzattı.
- Güzel değil mi, bütün şehri alt üst ettikten sonra bulabildim, saatini ver bakalım, yakışacak mı?
Genç adam kendini sedire attı. Ellerini başının arkasına koyarak gülmeye başladı.
- Karıcığım, yeni yıl hediyelerimizi bir kenara koyup bir müddet saklayalım. Bugünkü halimize uygun değil. Tarakları almak için ben de kendi saatimi sattım, dedi.
ikisi de şaşkın halde birbirlerine bakıp kahkahalarla güldüler.
  
    İçten olabilmek, sevdiğin için kendine ait olan parçadan vazgeçebilmek gerçek hediye bu işte. Kaç kişi başarabiliyor bunu? Alınan bir şey alınmış olsun diye, yapılan bir iş yapılmış olsun diye oluyorsa mutlulukta sevgide sahtedir. Bu sahtelik bizi kendi içimizde kendimize yabancılaştırıyor.  Bütün bu  maddi çıkarlar içinde esas olan  içtenliği gerçekleştirebilen ve gerçekte yaşayabilenler en mutlu kişiler  işte.

yazamıyorum



Yazamıyorum

Ortalık ıpıssız. Sabahın erken saati. Herkes uyuyor. Bu ıssızlıkta beynimin içi gümbür gümbür. Onlarca kişi bir ağızdan konuşuyor. Ne konuştukları belli değil. Sanki Çarşamba pazarı. Bir yığın çığırtkan bağırıyor yarış edercesine. Kulaklarımda çanlar çalıyor. Düşünmemi engelliyor. Kalabalık olmalı, insanlar olmalı, sesler olmalı. Atmalıyım kendimi kalabalığa. Meşguliyetin içine girmeliyim. Dışarıdaki kalabalık ve her yönden gelen değişik sesler bastırmalı beynimdeki kalabalığın sesini. O zaman düşünebilir yazabilirim belki. İçimdeki küskün duyguları yargılamak istiyorum. Her birini mahkum etmek ve bir bir asmak istiyorum. Mümkün mü?

23 Aralık 2012 Pazar

Küsmesin Güneş


Güneş Küsmüş

Güneşi görmeyince güllerim soluyor
Kaşlarını çatınca hava, yüreğim kararıyor
Güneşi küstürmüşler yine
Kızılını vurmuş yere
Gökyüzü asmış suratını ağlıyor
Bu kanlar neden akıyor

Geçmişten Zaman Dilimi


     Sararmış Gazetelerden Geçmişin Ayak İzi

      Eski dolapları karıştırıyorum. Yıllar öncesinden kalmış tozlu kutular. Geçmişin içinde kayboldum. Fotoğraflar siyah-beyaz. Sararmış eski gazeteler. Eski taş plakları buldum. Çizilmesin diye sarılmış gazeteler sararmış. Ne kadar sevindim anlatamam. Ancak pkap ya da gramofon yok. En kısa zamanda bir gramofon bakmam gerek eskicilerden, bit pazarından. Gazete tarihlerine bakıyorum 1972. O tarihlerde neler olmuş diye yırtılmış sayfaları karıştırıyorum. Aralarından minik gri nokta gibi böcekler çıkıyor. Olsun yine de okuyacağım. Elimi gazetenin üzerinden böcekleri uzaklaştırmak için sürtüyorum. Elim değer değmez eziliyorlar. Yılların sersemliği sanki.
     11 eylül 1972 hürriyet gazetesi. “boğaz köprüsü için 13 bin tel çekildi” yazıyor. Göksu’daki şantiyede hazırlanan üniteler, bloklar, sarmalanmış bir yığın teller ve çizimler var. Benim lisedeki ilk yıllarımı hatırlatıyor. Neler söylenmişti o dönemler köprü için. Bugün ikincisi yetmiyor.
      Erkan Göksel’in haberi. Yaşıyorsa kulakları çınlasın, ölmüşse Allah rahmet eylesin.“Boğaz köprüsü çevre yollarının Ankara asfaltı ile Beylerbeyi arasında ki kısmında, alt yapı işleri tamamlanmıştır. Verilen bilgiye göre alt yapısı tamamlanmış bu yolların asfaltlama işi de ihale edilmiştir. Boğaz Köprüsünün ana taşıyıcı kabloları için gerekli 20 bin 828 çelik telden13 bini çekilmiştir. Boğaz Köprüsünün ana yolu 60 bloktan meydana gelecek ve her biri 150 ton olacaktır. Döşeme blokların eni 33m.40cm.boyu 17m.90cm. yüksekliği ise 3m. olacaktır diye açıklamalar var. Tellerin, blokların ne kadarı  bağlanmış ne kadarı bağlanacak, ne kadar sürecek gibi açıklamaların ardından,  Boğaz Köprüsü’nün ve çevre yollarının Ankara Asfaltı’ndan Barbaros Bulvarı’na kadar olan ilk kısmı Cumhuriyetin 50. yıldönümüne rastlayan 29 ekim 1973 tarihine kadar   bitirilmiş olacaktır. Barbaros Bulvarı’ndan Topkapı’ya kadar olan kısım ise 1974 yılında tamamlanacaktır” diye yazıyor. Okuduklarımı sanki teyid etmek ister gibi internetten girdim ve Boğaz Köprüsü’nün yapılışını adım adım vermiş olduğunu gördüm. Gazetede okuduklarımı canlı olarak izledim. Çok garip bir duygu.
                                        **********************

      Bu haberin hemen yanında bir haber dikkatimi çekti. “sahile yapılan inşaat için Belediye Başkanı ceza ödeyecek” diye yazıyor. Haber aynen şöyle;
      Yeni imar kanununa göre sahile 10 metreden daha yakın yere özel inşaat yapılmasına müsaade edilmeyecek, aksi halde inşaata izin veren belediye başkanı ile ilgili fen memuru 500 ila 5000 lira arasında para cezası ödeyeceklerdir.
     Ayrıca bu durumda sorumlulara bir yıla kadar hapis cezası verilecektir.
     Verilen bilgiye göre Temmuz ayında yürürlüğe giren, imar kanununun bazı maddelerini değiştirerek yeni ek maddeler getiren kanuna göre sahil şeritlerine ancak turistik tesisler amme menfaati ile ilgili inşaatlar yapılabilecektir. Buna göre belediye hudutları dışında köy sahası içinde kalan yerlerde sahil şeridine uzaklığı 10 metreden daha az olan inşaatlar hemen durdurulacaktır.
    Kanunun yeniliklerinden biride İstanbul nazım planının belediye meclislerinden geçirilmesine lüzum kalmadan imar iskan bakanlığınca tasdik edilip yürürlüğe girebilmesidir. Bunun için 1973 yılına kadar bütün noksanlıklar tamamlanarak bakanlığa bildirilecektir. Öte yandan resmi binaların yapılabilmesi için durum valilikler vasıtasıyla ilgili belediye meclislerine bildirilecektir. Üç ay içinde netice alınamazsa imar ve iskan bakanlığı planda dilediği gibi değişiklik yapabilecektir.” Diye bir haber. o zaman Belediye Başkanı kimdi acaba? 
    Şimdi sahil ve imarlarla ilgili cezalar nasıl acaba?


Espri Yapmak Zor İş




      Espri yapmak zor iş

      Espri yapmasını, fıkra anlatmasını pek çoğumuz biliriz de acaba tam anlatabilir miyiz. Anlatırken hakkını verebilir miyiz? Biliyorsunuz bir anlatmak var, bir de zamanı ve yerinde cuk diye oturtarak anlatmak var. Nalına mıhına değdirerek anlatmak var. Gülme krizine sokmak var. Anlatınca “bu şimdi ne demek istedi “dercesine suratına mal mal bakılmak var.  
    Bazı insanların suratına bak gülersin. Bazı insanlar konuşmalarının arasında iki kelime söyler kahkahadan kasıkların ağrır. Bazı insanlarda güldürmek ister ve bunun için yırtınır ama nafile. Adama ayıp olmasın diye karşıdaki kişi hafif bir gülümser.
    Tabii ki toplum içinde, neşeli esprili insanların yeri bir başkadır. Neşeli, esprili fıkra anlatmasını becerebilen insanların ise apayrı bir yeri vardır. Çünkü espri yapabilmek de bir yetenek. Her zaman her toplantıda bu tip insanlar aranan insanlardır. Bu kişiler dikkatleri üzerlerine toplar, sevilir ve kolaylıkla arkadaş edinirler.
     Ancak espri yapabilen, güzel fıkralar anlatabilen bir insan olabilmek hiç de kolay değildir. Pek çok kimse fıkra bilir. Ancak anlatamaz. Anlatmakta bir hünerdir. Fıkra anlatacak, espri yapacak kimselerin bazı şeylere de dikkat etmeleri gerekir. Dikkat etmek bazı nedenlerden dolayı gereklidir. Konuşmuş olmak için konuşmamak, fıkra anlatmış olmak için anlatmamak gerekir.   Aksi halde bazı şakalar, espriler, fıkralar bulunulan ortamda buz gibi bir hava estirebilir. Bu durumda kişi sevilen değil patavatsızlıkları ile tanınan ve tepki yaratan kişi olur.
    Ben espri fazla yapamam. Ancak yapan insanlara bayılırım. Onlarla sohbet etmekten müthiş keyif alırım. Yerinde ve dozunda olduğu sürece tabii. İşi sulandıranlarda yok değil.
    Güzel, sempatik espriler yapmak ve kendini geliştirmek isteyen kişiler vardır mutlaka. Bunun için naçizane bazı önerilerde bulunmak isterim.
1-     Önce aile toplantılarında, temiz fıkra anlatmaya ve espri yapmaya başlayabilir ya da deneyebilirsiniz. Müstehcen veya kötü konuları ele alan fıkra ve espriler tepki alabilir. Çünkü bulunduğunuz yerdeki kişiler üzerinde kötü etki yaratabilir. Aile toplantıları kendinizi sınayıp geliştireceğiniz ortamlardır. Yanlış yapsanız da affedilebilirsiniz.
2-     Bulunduğunuz yere göre espri ve fıkralara dikkat edin. Yemekte iseniz iştah kaçıracak espri yapmayın, fıkra anlatmayın.
3-     Sakat, kör, sağır gibi kimseler hakkında fıkra ve esprilerden kaçının. Çünkü dinleyenlerin çevrelerinde böyle kişiler varsa yakınlarını incitmiş olabilirsiniz.
4-     Çok tekrar edilmiş fıkraları anlatmaktan kaçının. Çok ve herkes tarafından okunan dergi ve gazetelerden alınmış bir fıkra söyleyecek iseniz “bilmem acaba, şu dergi ya da gazetede okudunuz mu?” diye sorun.
5-     Espri yapmak maymunluk ya da palyaçoluk değildir. Komiklik yapayım derken komik duruma düşersiniz. Tepki çekersiniz. Bulunduğunuz ortamı iyi gözlemleyin ve fazla sulandırmayın.
6-     Espriler bayatlamış konular üzerine olmamalı, güncel ve yerinde olmalı. Konuşmalar, mimikler birbirini destekleyip konular akmalı.
7-     Küfür içeren, cinsel içerikli fıkra ve espriler ortamı bozabilir. Çevrenizdeki insanlara karşı kendinizi basitleştirebilirsiniz.

                             Bol kahkahalı, güler yüzlü günler hepimize olsun. 

13 Aralık 2012 Perşembe

Benim İşim Değil ki!


Benim İşim Değil ki

İçinde yaşadığımız toplum ve aile içinde herkesin üzerine düşen bir sorumluluğu var. Bu sorumluluğu en iyi şekilde yerine getirebildiğimiz ölçüde problemler daha az yaşanacak ve insanlar en az zararla normal yaşantılarına devam edeceklerdir. Herkesin ne olursa olsun yapabileceği bir şeyleri vardır. Herhangi bir konuda ‘Benim işim değil ki!..’ diyerek ‘bana ne’ dersek ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ gibi boş vermişliği oynarsak haktan hukuktan adaletten bir beklentimiz olamaz. Bir öykü vardır; bir işin hep bir başkasının üzerine atılarak yapılamadığını belirten ve herkesin birbirini suçladığı ve herkesin zarar gördüğünü anlatan.  
     Öykümüz Herkes, Birisi, Herhangi Biri ve Hiç Kimse adlı dört kişi arasında.
Yapılması gereken önemli bir iş vardı ve Herkes, Birisi’nin bu işi yapacağından emindi. Gerçi işi Herhangi Biri de yapabilirdi. Ama Hiç Kimse yapmadı. Birisi buna çok kızdı; çünkü iş Herkes’in işiydi. Herkes, Herhangi Biri’nin bu işi yapabileceğini düşünüyordu; ama Hiç Kimse, Herkes’in yapamayacağının farkında değildi. Sonunda Herhangi Biri’nin yapabileceği bir işi Hiç Kimse yapmadığı için Herkes, Birisi’ni suçladı.   
Kimse birbirini suçlamadan, herkes üzerine düşen ne ise yapabileceği kadarını yapmalı. Kimsenin yaptığı iyilik de, kötülük de kendine kalmaz. Her şeyi başkalarından beklemek yanlış... Herkesin yapabileceği bir iş, herkesin yardımcı olacağı bir kişi, herkesin okuyabileceği bir kitap, herkesin gidebileceği bir yer, herkesin taşın altına koyacağı bir eli vardır. Olmalı.

Gitme


Bırakma Beni

Tutunmuşsam başkasının ellerine
Senin ellerin diye
Soluğum karışmışsa başkasının soluğuna
Nefesin diye
Sarıldıysam başkasının boynuna
Kal gitme diye
Yumduysam gözlerimi başkasının gözlerinde
Tutunacak dalım yoktu gecelerimde

Sen Düştüğünde Aklıma



Sen Düştüğünde Aklıma

Denizi içerken mavi takıldı boğazıma
Yüreğim karaya vuran bir balık
Sen düştüğünde aklıma

Oturdum kumsala
Söyleşiyorum martılarla
Denizi ne çok sevdiğini anlatıyorum onlara

Yedi renk gökkuşağı çıkar ya yağmurdan sonra
Rengârenk benim dünyamda
Girdiğinden beri hayatıma

Bu gece yalnızlığı uçuruma atıyorum
Rüzgâra haber saldım
Güvercin kanadında sana geliyorum

11 Aralık 2012 Salı

Süreç İşliyor

Süreç İşliyor

Ben hızla ilerlerken
Tesadüfler yolumu kesiyor
Durmak zorundayım
Oysa ne güzel olurdu
Bugünü yarına eklemek
Korkularla beklentileri ertelemek
Dünü bugüne, bugünü yarına
Ekleye ekleye devam etmek
Süreç işliyor
Bedeninde ve topuğundaki sancıya rağmen
Kader yoluna devam ediyor
Kimse kaderini kapatan bantları fark etmiyor


Duygular


Tanımsız Duygular;

Yalnızlık, kaçmak istediğimiz mi yoksa özlemini hissettiğimiz bir duygu mu? 
Özlem, geride kalan yaşanmışlıklara mı yoksa  yaşayamadıklarımıza mı?
Hasret, kaybettiklerimize mi, uzak kaldıklarımıza mı?
Ölüm, yok olmak mı, yeniden başlamak mı?

Umulmadık bir anda, umulmadık zamanda yitirdiklerimiz mi anlatmalı hayatın ne kadar acımasız olduğunu ve hoyratça kullandığımız zamanın değerini? Kaybettikten sonra mı anlamalıyız kıymetini? İsyan etmek neyi getirir geri?

Neden Yazıyorum?

  Yazmak;   
 Duygu fırtınası içinde, kelimelere dans ettirmektir yazmak. Yazmak, pek çok sokaklara dalıp çıkmaktır. Her sokakta bir tanıdık vardır. Her sokakta bir ağlayan, bir gülen. Bazen bir sevdalı görürsünüz yolunu şaşıran. Bazen bir aşık görürsünüz dizleri kanayan. Bazen karanlıktır sokaklar yıldızları aratır, bazen kör eder güneş karanlığı aratır. Bazen de dostlar vardır yollarını aydınlatır.
     Yaşamın sokaklarında dolaşırken çıkmazlarda kalmış düşüncelere ışık olabilen, olmazı oldurabilen, karanlıklarda bir yıldız gibi parlayabilen dostlar ne güzel.  

9 Aralık 2012 Pazar

Nefes Aldığın Sürece Üretebilirsin.



İNSAN İSTİYORSA ÖĞRENİR, ÖĞRETİR. HER YAŞTA FAYDALI OLABİLİR. İŞTE BİR ÖRNEK...

102 YAŞINDAKİ NOBEL ÖDÜLLÜ FİZYOLOG
RITA LEVI-MONTALCINI ...

 


Programlı hücre ölümünü ve sinir hücrelerindeki etken faktör proteinlerini 1940 lı yıllarda keşfeden ve bu keşiflerinin anlam ve önemi 40 yıl sonra farkedilerek 1986 da Nobel Ödülü ile ödüllendirilen İtalyan bilim kadını, fizyolog Rita-Levi Montalcini  bu gün 102 yaşında ve İtalya parlamentosunda Senatör. Kendisi ile 4 yıl önce yapılan bir söyleşi;

-100 yaşınızı nasıl kutlayacaksınız?
- Ah, bu yaşa kadar yaşayıp yaşamayacağımı bilmiyorum, ayrıca kutlamalar da hoşuma gitmiyor. Beni ilgilendiren ve hoşuma giden şeyler, her gün yaptığım şeylerdir.
- Neler yapıyorsunuz?
- Afrikalı kızların, okuyup ülkelerinin gelişmesinde rol almaları için burs temin etmeye çalışıyorum. Araştırmalarıma ve düşünmeye devam ediyorum.
-Emekliye ayırmadınız mı kendinizi?
- Asla! Emeklilik beyni harap eder. Bunu yapan bir çok kişi dünyayı terk ettiler, bu beyni öldürür, hasta eder.
- Beyniniz nasıl çalışıyor?
- Tam 20 yaşımdaki gibi. Arzu ve yeteneklerimde hiçbir fark görmüyorum. Yarın tıbbi bir kongreye katılacağım.
- Ama genetik bir sınırı da yok mu bunun?
- Hayır. Beynim henüz yaşlanmadı. Kaçınılmaz olarak vücudumda kırışıklıklar var, ama beynimde değil.
- peki nasıl oluyor bu?
- Nöronlarla ilgili önemli bir esneklikten yararlanıyoruz: Nöronlar ölmüş olsalar bile, kalanlar görevlerini sürdürebilmek için yeniden organize olurlar, ancak yine de onları uyarmak gerekir.
- Bunun olacağını söylermisiniz .
-Arzu etmeye devam ediniz, beyninizi faal tutunuz, onu çalıştırınız, bu suretle asla bozulmaz.
- Ben uzun yaşar mıyım?
- Yaşadığınız yıllardan daha iyi yaşayacaksınız, ve işin ilginç tarafı da bu. Bunun sırrı da meraklı, istekli ve de sevgi ile dolu olmaktır.
- Yaptığınız şey bilimsel bir araştırma…
- Evet, ve de coşkulu olmayı sürdürüyorum.
- Siz, sinir sistemi hücrelerinin nasıl geliştiklerini ve bu hücrelerin nasıl yenilendiklerini keşfettiniz.
- Evet, 1942 de. Ben bunu: ‘‘nerve growth factor NGF’’ (yani sinir gelişim etkenleri), ve hemen hemen elli yıl kadar, yani keşfimin geçerliliği kabul edilene kadar toplum dışında bırakıldım. Ta ki 1986 yılında Nobel ödülünü alana kadar.
- 1920 li yıllarda genç bir İtalyan kızı olarak nasıl oldu da bir nöroloji bilgini olmayı başardınız?
- Çocukluğumdan beri kendimi okumaya verdim. Babam, hep iyi bir evlilik yapmamı, iyi bir eş ve iyi bir anne olmamı istiyordu, ama ben onu dinlemedim , okumak istediğimi söyledim…
- Babanız buna çok kızdı mı?
- Evet, çünkü kendimi mutlu bir çocuk olarak hissetmiyordum. Kendimi tıpkı küçük yaramaz bir ördek, budala ve bir işe yaramaz olarak kabul ettiğini sanıyordum. Benden büyüklerin hepsi de parlaktılar ve ben aşağılık kompleksine kapılıyordum.
- Öyle sanıyorum ki bütün bunlar sizin için bir uyarıcı olmuş.
- Evet, ama Afrika da cüzam üzerine araştırmalar yapan Dr. Albert Schweitzer' in çalışmaları da beni çok etkiledi. Bende acı çekenlere yardım etmeyi seçtim, zira en büyük hayalim buydu.
- Bilim alanında bunu başardınız.
- Ve bugün de Afrikalı kızların eğitimlerine katkıda bulunmak için çalışıyorum. Hastalıklara karşı mücadele ediyoruz, ama İslam ülkelerinde kadınların maruz kaldığı zulüm ile de mücadele etmek zorundayız.
- Din, bilimin gelişmesi engelliyor mu? Öğrenmenin önünde bir engel mi teşkil ediyor?
- Evet din, erkek karşısında kadının etkisini yok ediyor, onu bilimin, ve her türlü gelişimin dışında tutuyor.
- Bir erkeğin beyni ile bir kanın beyni arasında bir fark var mıdır?
- Sadece, salgısal sisteme bağlı heyecanlarla ilgili beyin fonksiyonları bakımından. Ama öğrenmek ve bilmek yeteneği bakımından hiçbir fark yoktur, yani her ikisi de aynıdır.
- Neden bilimle uğraşan çok az sayıda kadın var?
- Hayır, bu doğru değil ! Erkekler tarafından yapıldığı söylenen bilimsel keşiflerin bir çoğunda da kız kardeşlerinin, eşlerinin ve kızlarının katkıları vardır
- Bu gerçek mi?
- Kadın zekası kabul edilmiyor ve hep arka planda bırakılıyor; Ama bereket versin ki bu gün, bilimsel araştırmalar da erkeklerden daha fazla kadın var: Bunlar Hypatia'nın mirasçılarıdır.
- 4 ncü yüzyıldaki İskenderiye’li bilim kadını
- Evet, Şimdi eskiden olduğu gibi sokaklarda kadın düşmanı yobazlar tarafından öldürülmüyoruz artık. Dünyada birçok şey değişti artık.
- Hiç kimse sizi katletmeyi denemedi mi?…
- Faşizmin iktidarda olduğu tarihlerde, Mussolini de Hitler’in Yahudi zulmünü taklit etmek istedi, bir süre saklanmak zorunda kalmıştım. Ama araştırmalarımı durdurmadım: Yatak odama bir laboratuvar kurdum…ve bu sıralarda “apoptosis” yani hücrelerin programlanmış ölümlerini keşfettim.
- Yahudilerde bilim adamı ve entelektüel oranının yüksek oluşunu neye bağlıyorsunuz?
-Sürgünler Yahudileri entelektüel çalışmalara yöneltti: Zira düşünce dışında her şey yasaklanabilir. Bilindiği gibi Yahudiler arasında Nobel ödülü kazanmış bir çok kişi vardır.
- Nazi çılgınlığını nasıl izah ediyorsunuz?
- Hitler et Mussolini hep kalabalıklara karşı konuştular. Bu durumda, beynin entelektüel faaliyetlerine hakim olan heyecan verici bölümü hemen faaliyete geçer. Bunlar da heyecanları, sebepsiz de olsa, tetiklerler.
- ABD’nde ki birçok okulda, halen Evrim Teorisi yerine Yaratılış Teorisinin okutulduğunu…
- İdeoloji heyecandır, sebepsizdir. Sebep, eksikliğin çocuğudur. Omurgasızlarda her şey programlıdır: onlar mükemmeldirler. Biz hayır! Kusurlu yaratıklar olarak biz, iyi ile kötüyü ayırt etmek için sebeplere, değerlere, ahlâka başvururuz ki bu Darvin teorisinin en uç noktasıdır!
- Hiç evlenmediğinizi biliyoruz, çocuğunuz oldu mu?
Hayır. Ben, nörolojinin cangıl ormanlarına girdim; Güzelliğine hayran kaldım ve bütün zamanımı ona vakfettim
- Bir gün, Alzheimer’in, Parkinson’ un, yaşlılığa bağlı bunamanın çaresi bulunacak mı?
- İyileştirmek mi…? Tüm bu hastalıkları durdurmayı, geciktirmeyi ve en aza indirmeyi başaracağız.
- Bu gün en büyük hayaliniz nedir?
- Beynimizi tüm kapasiteleri ile tanıyabilmek.
- Kendinizi yaramaz bir çocuk olarak hissetmekten ne zaman vazgeçtiniz?
-Henüz sınırlarımın bilincindeyim.
- Hayatınız boyunca yaptığınız en güzel şey?
- Başkalarına yardım etmek.
- Bu gün 20 yaşında olsaydınız ne yapardınız?
- Aynı şeyleri !


4 Aralık 2012 Salı

Memleketimin Güzel İnsanı


MEMLEKETİMİN İNSANLARI

Memleketimin insanının beyni nasıl işliyor arkadaş. Gülmekten çenem, düşünmekten beynim ağrıdı. Saflık mı? Salaklık mı? Zeka mı? Nasıl bir psikolojik vakadır bilemedim. Okuduğumda epey bir kafa yordum. Bakalım sizler ne diyeceksiniz?

BİRİNCİ OLAY

Geçtiğimiz temmuz ayı içinde yüz on iki işçi, çalıştıkları yerlerde meydana gelen iş kazalarında hayatlarını kaybetmişler.
Belirtilen  olay, ölümcül bir kaza geçirmesine rağmen hayatta kalan bir vatandaşımıza ait.
Olaydan sonra kaza yerinde alınan tutanağa, vatandaşın başına gelen kaza için “
plânlama hatası..”
diye yazmışlar.
Mahkeme bu belirsizlik taşıyan ifadeyi kabul etmemiş. Bunun üzerine vatandaş nasıl bir kaza geçirdiğini oturup yazmış.
……… Şu anda hastanede yatmama sebep olan kaza aynen aşağıda anlattığım gibi olmuştur.
Bildiğiniz gibi duvarcı ustası olarak çalışıyorum.
İnşaatın altıncı katındaki duvar örme işimi bitirdiğim zaman bir miktar tuğla artmıştı.
Yaklaşık 250 kilo olduğunu tahmin ettiğim bu tuğlaları aşağıya indirmem gerekiyordu.
Aşağı inip boş bir varil buldum. Gövdesine sağlam bir ip bağladım. İpi ucundan tutup altıncı kata çıktım. Oraya bir çıkrık astım. İpin ucunu o çıkrıktan geçirip yere kadar sarkıttıktan sonra yeniden aşağıya indim.
  Aşağıda sarkan ipin ucunu çekerek, çıkrık yardımı ile varili altıncı kata çıkardım. İpin ucunu aşağıda bir yere bağlayıp varili sabitledim, kendim yeniden altıncı kata çıktım. Tuğlaları varile doldurdum ve yeniden aşağı indim. Niyetim ipi yavaşça bırakarak tuğla dolu varili aşağıya indirmekti. Bu niyetle ipi çözdüm. İpin ucunu sıkıca tuttuğumdan çözmemle birlikte kendimi havada buldum.   Çünkü ben 70 kiloyum. Varil ise 250 kiloydu.
Varil hızla aşağıya inerken sıkıca tutup, bırakmayı akıl edemediğim ip beni yukarı çekti.
Ben havalandım, varil indi. Yolun ortasında varille havada çarpıştık.
Sağ iki kaburgamın bu çarpışmada kırıldığını sanıyorum.
Varil yere vurduğunda ben altıncı kata, çıkrığa kadar çıkmıştım. İpi tutan sağ elim burada çıkrık ile ip arasında kaldı. İki parmağım bu sırada kırıldı. Aşağıda yere hızla çarpan varilin dibi çıkmış, tuğlalar etrafa saçılmıştı. Varil hafifleyince bu kez benim ağırlığım galip geldi, ben aşağıya inmeye başladım. Varil de aynı hızla yukarıya çıkıyordu. Yolun yarısında yine çarpıştık. Sol bacağımın kaval kemiği bu sırada kırıldı. Can havli ile ipin ucunu bıraktım.
Son gördüğüm şey boş varilin hızla tepeme doğru düştüğüydü. Kafatasımın da böyle çatladığını sanıyorum. Gözümü açtığımda hastanedeydim.
“Öldürmeyen Allah öldürmez.” Sözü sanırım bu tür olaylar sonucunda söylenmiş.


İKİNCİ OLAY

Bir başka örnek olay da “dede, baba ve torunun.” aynı anda askere alınamayacağını öngören yasaya güvenip, mahkemeye başvuran bir vatandaştan.
 Öğrenim durumu yüzünden henüz askerliğini yapmamış olan yirmi dört yaşındaki vatandaşımız mahkemeden durumunu soruyor.

 Yirmi dört yaşındayım. Bir süre önce benden yirmi yaş büyük bir hanımla aşk evliliği yaptım. Eşimin daha önceki evliliğinden yirmi iki yaşında bir kızı vardı. Aramızda iki yaş bulunmasına rağmen doğal olarak benim üvey kızım oldu.
Annem öldüğü için dul kalan babam da bir süre sonra üvey kızımla evlendi. Böylece hem babam hem damadım oldu.
 Babam üvey kızımla evlenip damadım olunca, üvey kızım da babamla evlendiğinden üvey annem oldu.
Bu arada hamile olan karım doğurdu ve bir erkek çocuk dünyaya getirdi. Böylece ben baba olurken, babam da dedelik zevkini tattı. Doğan oğlum, üvey kızımın kardeşi olduğundan, kardeşiyle evli babam da doğal olarak eniştesi oldu.
Öte yandan benden olduğu için  “torun” statüsünde dünyaya gelen oğlum, babamın, yani dedesinin kayın biraderi sıfatını kazandı.
 Dünyaya gelen oğlum, üvey kızımın kardeşi olduğundan, üvey kardeşim de babamla evli olduğundan benim “dayım” sayılıyordu.
Birkaç ay sonra da babamdan hamile kalan üvey kızım doğurmasın mı? Onunki de erkekti.
Çocuk babamın oğlu olduğundan benim kardeşim, üvey kızımdan doğduğu için de torunumdu. Evlilik yoluyla üvey babası olduğum kızımdan doğan torun teknik olarak benim kardeşim olduğu için, üvey kızım teknik olarak benim de üvey annem sayılıyordu.
Üvey kızımın doğurduğu çocuğun kardeşiyim.
Üvey kızımın babasıyım. Dolayısı ile kendi kendimin dedesiyim.
Bütün teknik boşlukları doldurarak hem baba hem torun hem de dede olduğunu anlatan genç, mahkemeden bu durumun onaylanmasını isteyerek şu talepte bulunuyor.
“Yasamıza göre baba, oğul ve torun aynı anda askere alınamayacağı için, askerlik görevinden muaf tutulmayı talep ediyorum. Saygılarımla.”
Ve mahkeme kararını veriyor:
“Davacının psikolojik rahatsızlığı ve ailesindeki dengesizlikler dikkate alınarak askerlikten muaf kılınmasına.”
Memleketimin güzel insanlarından manzaralar.


24 Kasım 2012 Cumartesi

Antakya (Hatay)

     Antakya (Hatay)

     Şu sıralarda hoş şeylere şahit olmayan Antakya ilimize geçtiğimiz yaz yaptığım ve bende güzel anılar bırakan gezimi anlatacağım.
     Saat 22.00 ve otobüsümüz Antakya terminalinde. Lise yıllarında öğrencim olan Volkan’ın beni beklediğini biliyorum. İlk kez geliyorum Antakya’ya. Bir tür iade-i ziyaret.
   Mustafa kemal Üniversitesinde öğretim görevlisi olan Volkan da kendi öğrencisi ile beni karşılamaya gelmiş. Birlikte eve gittik. Annesi bizi bekliyordu. Saat geç olmasına rağmen yaptığı güzel yemeklerinden yedim. Sohbet ettik ve ertesi gün Antakya’nın güzelliklerini görmek üzere yattık.
  Sabah kahvaltımızı yaptık. Hasan Kia Cipiyle bizi almak üzere kapıdaydı. Hasan Mardin'li ve bir aşiretin oğlu. Mustafa Kemal Üniversitesinde Biyoloji okumuş. Diplomasını almak üzere bekliyor. Son derece efendi ve yaşamı bir hikaye olan genç. Hasan,  benim misafiri olduğum  Yardımcı Doçent  olan (şu an Doçent olmuştur) öğrencim Volkan’ın da öğrencisi. Yani üç nesil birlikte gezeceğiz. Nasıl bir mutluluk benim için, kelimeler ifadeye yetmez.
İlk durağımız Samandağ ilçesine bağlı Musa Dağı eteklerinde bulunan Hıdır Bey köyü.  Şehri kuşbakışı gören, yeşillikler içindeki bu köyün, köy kahvesinde birer demli çayımızı içtik, dağın zirvelerinden akan buz gibi soğuk suyundan içtik ve  köyde yer alan pek çok yerli-yabancı turistin ilgisini çeken asırlık Musa Ağacı denilen çınar ağacını görmek için yeniden yola çıktık.
Samandağ Kaymakamı Selim Çapar tarihi ağacın bulunduğu yerde çevre düzenlemesi yaparak mekânın güzelliğine güzellik katmış. Musa ağacının çevresi 20 metre, gövde çapı 7.50 santimetre, iç kısmın çapı 5.40 santimetre, yüksekliği 16.70 santimetre. Musa ağacını 20 öğrenci el ele tutuşarak ancak çevresini dolanabiliyormuş. Ağacın hemen yanı başına yaptırılan kır kahvesi ise gelenlerin dinlendiği ve kutsal sayılan çınar ağacının gölgesinde çay içtiği bir mekân olarak düzenlenmiş.
 Son günlerde tarihi ağaçtan medet uman, her türlü dileği olanların uğrak yeri olmaya başlayan Musa ağacı, adeta bir dilek ağacına dönüşmüş durumda. İçi kısmen boş olan ağacın içine giren çok sayıda vatandaş, her türlü dileği için buraya bez parçası bağlamaya başlamış.
Hıdır bey köyünde "koruma altına alınmış" ulu bir çınar olan Musa ağacının, 2 bin yaşlarında olduğu tahmin edilirken, ancak halk arasında 3 bin yaşlarında olduğuna inanılıyor.
     Bu ağacın, Hz. Musa'nın asasının ab-ı hayat (ölümsüzlük suyu) sayesinde filizlenip kök salması sayesinde meydana geldiğine dair efsaneler anlatılıyor. Efsaneye göre, Hz. Musa ve Hz. Hızır Aleyhüsselam, Samandağın da “ziyaret” denilen yerde kaya üzerinde buluştuktan sonra dağa çıkarlar. Dağda yürürken dere kenarına gelirler. Hz Musa dereden su içmek ister. Asasını elinden bırakmak için toprağa saplayıp suyunu içer. Asasını almak için geriye döndüğünde bir mucize eseri olarak asanın yeşermiş olduğunu görür ve asasını orada bırakır. İşte bu ağacın Hz. Musa’nın o asası olduğuna ve yanında akan suyun da ab-ı hayat (ölümsüzlük suyu) olduğuna inanılmaktadır. Köyün ve ağacın bulunduğu dağın ismi söylenceye dayanarak “Musa Dağı” ismiyle bilinir.

       

       Fransızlar Birinci Dünya Harbi'nde İskenderun bölgesiyle Halep ve Hatay vilayetlerinin Akdeniz'e en önemli giriş ve çıkış kapısı olarak gördükleri Samandağ bölgesine önem vermişler; hatta bu bölgeye karşı çıkarma harekâtı yapma olanaklarını araştırmışlardır. Bu amaçladır ki, Fransızlar, İskenderun Şehrinin 6 defa bombalamışlar; bölgenin Hıristiyan halkını ayaklandırarak Osmanlı hükümetini güç bir durumda bırakmak istemişlerse de harbin sonuna kadar böyle bir girişimi uygulamaya cesaret ve fırsat bulamamışlardır.
     Asırlık çınar ağacının yanından uzaklaşıp arabamızla aşağıya doğru giderken Vakıflı Köyü denen küçük, temiz ve bakımlı bir köy gördük. Köyde bir kilise,  bahçesinde üzeri çatı gibi örtülü mezarlar ve üzerinde “Vakıf Köyü Morgu” tabelası olan bir kulübe vardı. Kilise içinde fotoğraf çekmek yasak dediklerinden mumumuzu yakıp dileğimizi diledik ve çekimi bahçeden yaptık.

       Daha sonra arabamızla sahile doğru inmeye başladık. Deniz kenarındaydık artık. Hatay, haritada bakıldığında deniz kenarında imiş gibi görünüyor ama denize 40 km. uzak. Daha iç kısımda yani.  Sahilde  ziyaret dedikleri yerde Hz. Hızır Aleyhüsselam’ın türbesi var. Türbeye girmeden üç defa türbe etrafında dönüp tavaf ediliyormuş. Bu şekilde hacı olduklarına inanıyor Hıristiyanlar. Herkes yürüyerek tavaf ederken bizde etrafında arabamızla üç tur attık ve Türbeye girdik, duamızı yaptık, tütsümüzü yaktık.
          İçerde Hz. Hızır Aleyhüsselam’ın naşı olduğunu düşündüğüm kubbenin etrafı mermer bloklar ile çevrili ve bu mermere ellerini sürüp dua ediyorlar, mermeri öpüyorlar. Onların inanışları da böyle.
      Türbe ziyaretimizi ve duamızı yaptık. Şimdi Titus tüneli ve mezar evlerinin olduğu tarafa doğru yola çıkıyoruz.
    Evet, Saman dağının 5 km. kuzeyinde denize tüm muhteşemliğiyle hâkim yamaçlarında M.Ö 300 yıllarında Seleuykos Nikator tarafından kurulan ve kurucusunun adı ile anılan Titus şehrindeyiz.
     Saman dağının bitiminde, dağdan gelen derelerin hemen ağzında bir iç liman varmış. Derelerin taşması sonucu oluşan sellerin limanı doldurması tehlikesi ortaya çıkmış. Dönemin imparatoru Vespasianus dağın delinerek tünel haline getirilmesini emretmiş. Tünel,  Titus zamanında tamamlandığından Titus tüneli denmiş. Titus tüneli tamamen insan emeği ile yapılmış bir tünel.  Dağların oyulması ile oluşturulan 7 m. Yüksekliğinde ve 6 m. genişliğinde olan bu tünel sayesinde,  suların uzaklara akıtılması sağlanarak şehrin ve limanın sel sularının altında kalması engellenmiş. Titus tünelinin uzunluğunun Çevik’e (yerleşim yeri) kadar 1380 metre olduğu söyleniyor. Fakat bunun 130 metresi tünel geri kalan bölümü ise açık kanal şeklinde. Tüneli yürümek oldukça zor olduğundan spor ayakkabıyla gidilmesi önerilir. Yoldaki taşlar nedeniyle ayağınızı burkabilirsiniz. Tünelin yan tarafından kaynak suyun aktığı dere var ve dere yolu betonla düzgünleştirilmiş. Yemyeşil alan içinden yürüyorsunuz tünele.     
Titus Tüneli'nin açık kanal üzerinde 2 adet köprü bulunuyor. Bu köprülerin özelliği hiçbir harç maddesi kullanılmadan yapılmış ve oldukça da estetik duruyor.
      Tünelin deniz tarafındaki girişinin sağ tarafında, 100 M. kadar uzaklıkta kaya mezarları var. Kaya mezarlar Roma dönemine ait. 
      Yöre halkı tarafından mezar odası denen büyük mağaraya, içindeki yan yana aynı boyutlarda işlenerek biçimlendirilmiş, üzeri çatılı iki taş sandukadan dolayı Beşikli Mağara denmekte. Mezar odası gezginler tarafından kral mezarları olarak adlandırılmış. Beşikli mağara denilen bu anıt mezar tamamen kayadan oyularak biçimlendirilmiş ve yan duvarlara oyulan toplam 13 mezar yatağından oluşmakta.  Mezar odasının bulunduğu alan,  eski çağlarda ölüler şehri olarak adlandırılmış ve bir nekropol alanı olarak düzenlenmiş. Mağaranın kuzey, güney ve doğu yanları, kireçtaşı kayaların içleri oyularak oluşturulmuş mezar odaları ile çevrelenmiş. Mezar anıtının cephesinde 4 sütunlu ve 3 gözlü giriş var.
  Ön girişin kuzeyinde odaya kayadan işlenmiş iki yanında iki pencere açıklığı bulunan bir kapıdan girilmektedir.  Doğu batı aksı üzerinde yer alan iki sandukalı mezar yer almaktadır. Yöre halkının beşiğe benzettiğinden aynı adla anılan bu sandukalı mezarların ve odanın diğer kısımları son derece sade işlenmiş.  
 

     Beşikli mezar anıtı tamamen açılmış, zaman içinde hırsızlar tarafından soyulmuş ve büyük tahribat görmüş.   Beşikli mağaranın bulunduğu yer Seleukeia Pieria İ.S. 526 ve 528 depremlerinde büyük tahribata uğramış kent neredeyse tamamen yok olmuş. Beşikli mağara mezar anıtı İ.S. ve VI yy. ortalarına kadar olan bir süreçte, şehrin önemli ailesine ait mezar odası veya kentin önde gelen kişileri için kullanılmış bir mezar anıtıdır.
   
   Titus Tüneli ve Beşikli Mağara harika yerler.  Bu iki  tarihi bölge birbirine çok yakın ve Hatay Samandağ ilçesinin Çevrik adlı sayfiye yerinde bulunuyor. Antakya'ya gelen herkesin    mutlaka görmesi gereken bir bölge burası.
Yeşillikler içindeki alandan inerek bölgeyi denizle buluşturan çakıl taşlarıyla oluşturulmuş yoldan ilerleyerek denizi yukardan seyreden bir çay bahçesine ulaştık

     Daha sonra ise şelaleleri görmek ve orman içinde kurulmuş mesire yerleri gezmek için bölgenin doğal güzelliği ve özgün restoranları ile ünlü harbiye ye doğru yola koyulduk.          
   Bunaltıcı sıcaktan Yemyeşil orman içindeki serin serin esen rüzgâr eşliğinde şelalelerin farklı açılardan akarak denizle buluşmasını izlediğimiz mesire yerinde uzunca bir nefes aldık. Burada “doğa insana değil, insan doğaya aittir” yazılı bir Kızılderili sözünü  ve manzarayı çekmeden de edemedim. Aşağıya doğru yürürken pek çok milletten olan turistlerin şelalelerin önünde fotoğraf çektirdiğini izlemek, değişik dokumayla oluşturulmuş kilimleri hayranlıkla izlerken onları seyretmek de ayrı bir güzellik. Suriye yakın olduğundan sanırım, Suriyeli Arap turistler daha fazlaydı. Uzak doğudan gelen
turistlerde göze çarpıyordu.


       Bölgenin önemli restoranlarından birinde yöreye özgü yemeklerimizi yiyerek gözlerimizi dinlendiren yeşilin içinde ruhumuzu ve midemizi sevindirdik.  Öğrencim, ben ve öğrencimin öğrencisi ile birlikte neler mi yedik? Bol taze nane masaların vazgeçilmezleri tabii yanında limonla, humus, cevizli biber, cevizli çiğ köfte, Şam oluğu, ali nazik, kaz başı(et yemeği), katıklı ekmek, piliç şiş, mevsim salatası daha aklıma gelmeyenler…

     Artık cehennem kayıkçısını görme zamanı dedik ve tüm Antakya’yı kuş bakışı göreceğimiz Hac dağına doğru yönümüzü belirledik.
    Akşam saat 17 yi geçtiğinden dolayı göremediğimiz St.Pier Mağara Kilisesinin 20 m. uzağında kayalara oyulmuş olarak, Mitolojide ismi geçen Cehennem Kayıkçısı Kharon’un kabarması bulunuyor.
    Kharon kabarması, başı bir örtü ile kapatılmış insan portresi.  Hikâye şöyle:
    M.Ö. 300 yıllarında Büyük İskender ölmüş. Komutanlarından Seleucus (Selefkos) yeni inşa ettirdiği Antakya'yı başkent yaparak, Silifke'den Suriye'ye kadar uzanan bölgede  Selefkoslar Devleti'ni kurmuş. Yeni inşa ettirdiği başkentine de hem babasının, hem de oğlunun ismi olan Antiochus'u seçmiş.
    Devletin ikinci kralı I. Antiochus döneminde kentte büyük bir veba salgını baş göstermiş. Binlerce insanın  öldüğü salgını önlemek için kâhinlere başvurmuşlar. Onlar da kenti yüksekten görecek bir yere dev bir  mask oyularak,  üstüne de ölümü önleyecek duaların yazılmasını buyurmuşlar.
     Bunun üzerine Antakya'ya tepeden bakan Stauris (Hac) Dağı'ndaki dev bir kaya üstüne,  başında örtü bulunan bir kadın portresi oymuşlar. Yanında da kayığa binmiş bir erkek figürü yer almakta.
      Daha sonra, tamamlanmamış bir görüntü izlenimi veren kadın figür Hz. Meryem'e, Cehennem Kayıkçısı da bir azize benzetilerek Hıristiyanlarca da kutsallaştırılmış. Ancak üzerindeki dualar günümüze kadar gelemeden silinmiş.

     Grek Mitolojisine göre ise Kayıkçı Kharon, ölülerin ruhlarını Stiyks ırmağından geçirip yer altı ülkesine götürmekle görevlidir. Kharon ölülerden bazılarını kayığına alıyor, bazılarını da yalvarmalarına dahi kulak asmadan kıyıda bırakıyor. Kharon’un kıyıda bıraktıkları, öldükleri zaman kendilerine dini tören yapılmayanlar. Çünkü dini törenle gömülenlerin gözlerinin üzerlerine,  öbür dünyada köprüyü geçmeleri sırasında kullansınlar diye yakınları tarafından altın para konmakta. Gözleri üzerinde para bulunmayanların, dini tören yapılmadan gömülenler olduğu anlaşılmakta. Bunlar yer altı Tanrısı Hades’in yönetimine girmeden önce yüz yıl ıstırap çekecek ve boşlukta dolaşacaklardır.


     Bugün bu dev heykel hala tepeden Antakya'yı izlemeye devam ediyor.
     Antakya’daki birinci günün sonuna geldiğimizde tüm Antakya’yı uçaktan görüyor izlenimi yaratan dağın en tepesindeki restoranda bir şeyler yiyip içtikten sonra aşağı meydana indik ve Antakya’nın ünlü tatlıcı dükkânında künefemizi yedik. Daha sonrada buradaki ilk meclis binasını görmemi istediler. Geceyi meclisin kafesinde yiyeceğimiz dondurmadan sonrada sonlandıralım dedik. 
        Meclis binası şimdi bazı toplantıların düzenlendiği ve müze haline getirildiği, ayrıca üst katının restaurant ve kafe ye dönüştürülerek hizmet vermesi için düzenlenmiş olan  bir bina.
                               
     Antakya’ya gelip de Asi nehrini görmeden ve çekilen “Asi” dizi filmin yıldızlarının uğradığı mekânda “atom” içmeden dönülür mü?
     Asi Nehrinin neden bu adı aldığını merak ediyordum. Akması gereken yönün tersi yönünde aktığı için bu adı aldığını düşünüyordum. Oysa nehir, akması gereken yönün tersine doğru akıyormuş gibi göründüğünden “asi” adını almış. Aslında nehir normal akışında seyrediyor.  Fakat akış yönünün tersinden yani rüzgâra karşı aktığı için su üzerinde ki hafif dalgalanma tersine akıyormuş izlenimini veriyor. Bu rüzgâr hiç kesilmiyor. Sürekli hafif hafif esiyor ve bu esinti Hatay’da sıcaklığın hissedilmesini önlüyor. O kadar sıcak olmasına rağmen bunalmıyor terlemiyorsunuz. Nem oldukça az ve rüzgâr oranın bir nimeti.
       Fotoğrafta nehrin ileriye doğru aktığı sanılıyor, ancak esen rüzgârın oluşturduğu dalga öyle gösteriyor. Nehir size doğru akıyor aslında.  Nehir üzerindeki köprüde gözleri görmeyen bir nine ile dede var. Dede klarnet çalarken ninede şarkısıyla eşlik ediyor.  

      Antakya parkı oldukça büyük bir alan üzerine kurulmuş, adeta orman gibi. Değişik hayvanların çocuklar tarafından izlenebildiği, oyun oynayabildiği, çay park ve küçük yiyecek salonlarının olduğu bir yer.  Orada dinlenmek ayrı bir keyifti.
       Antakya parkından çıktıktan sonra Antakya evlerini, dar sokaklarını, valilik binasını, sokakları cennet görünümüne sokan o güzelim ağaçları keyifle seyrederek dolaştık. Gün Pazar olduğundan kiliselerin açık olacağını düşünmüştüm. Fakat yaz sıcağında gün içinde fazla ziyaretçi olmadığından   kapıya bulundukları yeri yazarak kendilerini çağırabileceklerini belirten not bırakmışlar.  Bizde rahatsız etmek istemedik. Çünkü sıcaktan oldukça bunalmıştık.   Asi nehrinin üzerindeki köprüden geçerek yürüdük.
     Yol boyunca çarşının bazı yerlerinde doğalgaz için kazılar vardı. Fakat bazı yerlerde kazı durdurulmuş. Çünkü kazılar sırasında şehrin altında başka bir şehrin kalıntıları çıkmış. Kemerli sütunların olduğunu gördük kazılar altında. Ve öğrendik ki orası 1. derecede deprem bölgesi olduğundan şehir 6 defa farklı medeniyetler döneminde depremler nedeniyle yerle bir olmuş ve yeniden kurulmuş. Bu kalıntıların hangi döneme ait olduğunun öğrenilmesi ve kazıların sağlıklı yapılabilmesi için ilgili heyetin ve arkeoloji uzmanlarının gelmesini bekliyorlar.            
         Gezimin son günü uzun çarşıyı görüp biraz alış veriş yapmak istedim. Dar sokakları olan çarşıda aradığın her şeyi bulabileceğin kadar çeşit var. Kocaman kabaklar dizilmişti tezgâh raflarına. Kabağı kireç suyuna yatırarak tatlısını yapıyorlar. Biraz sert yapıda bir tatlı oluyor ve müthiş bir lezzeti var. İnanamadım bir kabağın bu kadar lezzetle damağımı sıvayacağına.

     Sonra bakırcıları dolaştım el yapımı birkaç eşya aldım hatıra olsun diye. Kendi elleriyle yapıyor bir usta ve bu mesleğin de artık makineleşmeye başladığından dertleniyor. Çarşıda dolaşırken değişik karelerde gözüme çarptı tabii. Turşu dükkanlarının önünde el arabasında uyuyan işçi gibi örneğin.

       En son şark odası havasında düzenlenmiş bir kahve evinde kahvelerimizi içip Antakya meydanından yürüyerek rektörlük binasının bahçesinde biraz serinledikten sonra eve gidip bir duştan sonra valizimi ertesi gün yola çıkmak üzere hazırlamaya başladım.  
    Son olarak önereceğim şu;      Antakya’ya gelip o güzelim yerleri görmeden dönmek Antakya’ya haksızlık olur. Buraya gelen herkese Antakya Müzesi'ni, doğal güzelliği ve özgün restoranları ile ünlü Harbiye'yi, Samandağ'daki Titus Tüneli'ni görmeyi öneriyorum. Şehrin içinde bulunan Uzun Çarşı ve eski sokaklar görülmeye değer. Ortodoks ve Katolik kiliseleri de görülecek yerler arasında.  Ama yenileme çalışmaları yapıldığından St. Piyer'i göremedik biz. Buraya özgü birde künefe tatlısını yemeden sakın dönmesin kimse. Peynir ve tel kadayıfından yapılan tatlı, sıcak servis ediliyor. Antakya mutfağı oldukça zengin ve bu zenginliğin en önemli öğelerinden biri de Künefe tatlısı.
























23 Kasım 2012 Cuma

Kuralına Göre

Kuralına Göre

Bazı insanlar sevinir içer, üzülür içer, kutlamak için içer,efkarlanır içer. İçki dendiğinde pek çok içki arasından rakı geliyor insanın aklına.
Rakı sözcüğünün her geçtiği yer ve zamanda babamı ve sözlerini hatırlarım. Babam ‘Adamı tanımak istiyorsan beraber rakı içeceksin.’, ‘Herkes içki içmesini bilmez. İçmenin adabı vardır.’ derdi.
İçimden ‘İçmek içmektir işte, kuralı mı olurmuş?’ derdim; ama babamdan çekindiğimden bir şey soramazdım. Evet, içtiğinde saçma sapan konuşanları, içindeki kin ve öfkeyi kusanları, kuduz olmuş gibi etrafa saldırıp ertesi gün ‘Çok içmişim, farkında değildim.’ diyenleri gördükçe içmenin de bilmekle ilgisi olduğunu, içmenin gerçekten kuralı olduğunu öğrendim. İçmenin de bir kültür olduğunu anladım.
İçmek üzerine kuralları araştırdım ve bakın neler buldum. Pek çoğu da babamın söyledikleri üstelik… Gerçekten babam, baba adammış, bilemedim. Önce babamın içerken yaptıklarını sonra da içme adabıyla ilgili kuralları paylaşacağım sizlerle.
Rakıyı babam gündüz içmezdi ve ‘Rakı, gün battıktan sonra içilir.’ derdi. Rakıdan küçük yudumlar alarak ağzında biraz bekletir ve dişlerinin arasından derin bir nefes alırdı. Neden öyle yaptığını sorduğumda ‘Tadı öyle çıkıyor kızım.’ derdi. Acı şeyin tadı mı olur derdim. ‘Tadı acı da olsa keyfi tatlı’ derdi.
Rakı, kafayı dağıtmak için içilir, iş ise ciddi bir şeydir, rakı masasında iş konuşulmaz, konuşulursa da boşa konuşulur, unutulur gider derdi babam. Rakıya asla buz koymaz ve susuz içmezdi. İkide bir kadeh tokuşturmaz şöyle bir kaldırırdı. Aç mideye asla yudum rakı almaz, bir iki yudumda olsa altlık yapardı. Meyveyi meze olarak kullanmaz, yoğurt, beyaz peynir, kavun ya da leblebiyi meze yapardı. Karşısında biri varsa rakıyı mutlaka eşit paylaştırır son damlasını ziyan etmez ‘günah’ derdi. Bardağı masada boş bekletmezdi. Rakıdan başka içki içmediği gibi, rakı içtikten sonra başka bir içki içen olursa içmeyi bilmiyor sayar, anında notunu verirdi.
Araştırmam sonucunda bulduğum ve pek çoğu babamın da uyguladığı rakı içme adabıyla ilgili kuralları yazıyorum;
·         Rakı güneş battıktan sonra, yavaş yavaş ve muhabbet eşliğinde içilir.
·         Bardağa konan rakının yarısı kadar su konursa makbuldür.
·         Rakıdan küçük yudumlar alınır, bir dikişte bir duble bitirilmez.
·         İlk yudum alındıktan sonra ağızda bekletilir,ve dişler arasından derin bir nefes alınır.
·         Masada yaşça en büyük kişi rakı kadehini tokuşturmak için kaldırmadan, rakı kadehleri kaldırılmaz.
·         Rakı sofrasında plandan, projeden bahsedilmez. Geyik muhabbetleri yapılır, anılar anlatılır, vatan millet kurtarılır, dedikodu yapılır, yüksek sesle düşünülür.
·         Sigara tablasına zeytin çekirdeği, sıkılmış limon kabuğu konulmaz.
·         İçilen kahve tabağına sigara söndürülmez. Peçeteye su dökülüp el silinmez.
·         Rakı kadehine önce rakı, sonra su, sonrada buz konur.  Bu sıra bozulursa anason kadehin üzerine çıkar  ve tadı kaçar. Ayrıca rakıya buz koymak yanlıştır. Çünkü buz rakının içindeki suyla alkolü aynı oranda etkilemediği için seyrek olan alkol üste çıkar. İdeal karışım bozulmuş olur. O nedenle en ideali rakıya soğuk su koymaktır.
·         İçmeye başlamadan önce aperatif bir şeyler yenmelidir. En uygunu zeytinyağlılardır. Çünkü zeytin yağı mideye bir şeyler indikçe üste çıkacak, alkolün yemek borusundan genize doğru gelmesi engellenecektir.
·         Mezesiz rakı içilmez.
·         Rakı sofrasında kadeh bir defa tokuşturulur. Bundan sonra sadece kadeh kaldırılır. Masaya yeni birisi gelirse tekrar kadeh tokuşturulabilir.
·         Rakı yanında şalgam suyu içilmez.
·         Rakı masasına el içi ya da yumrukla vurulmaz.
·         Bağırarak konuşulmaz, sakin olmak önemlidir. İçkinin keyf almak ve muhabbet için içildiği unutulmamalıdır.
·         Rakı bardağı boş beklemez. Masadan kalkarken bile bardağın dibinde biraz bırakılır.
·         Masadaki en genç kişi sakilik yapar. Büyüklere sakilik yaptırılmaz.
·         Rakı size sarhoş edeceğini zamanında hissettiren içkidir. Fark ettiğiniz an bunu ya yanınızdakilere söylemeli ya da masayı terk etmelisiniz.
·         Rakı masasında şarap, bira gibi başka alkollü  içecek olmaz.
·         Şişede kalan rakı son damlasına kadar paylaştırılır. Daha da içmek isteniyorsa paylaştırma faslına girmeden yenisinin siparişi verilir.
·         Herhangi bir marka içki içilirken başka bir markayı övmek yanlıştır. Çünkü o an içtiğiniz içkiye hakarettir.
·         Unutulmaması gereken önemli bir hususta rakı sofrasının saygın bir cemiyet olduğudur. Bu meclise katılan saygı gören bir kişiliğe sahip demektir ve diğerlerine karşı da saygılı olmak zorundadır.
·         Rakının en önemli mezesi muhabbettir. Aşk, hüzün, atmasyon, atraksiyon… her şey konuşulur.

Rakıyla ilgili yanlış bilinenlerden bir iki de örnek vermek istiyorum.
Örneğin, kimileri rakının üzümden değil hala  anasondan üretildiğini düşünüyor. “Rakı sadece suyla, buzla içilir; kebapla, balıkla içilir, başka zaman içilmez” diyenler var. Biliyor musunuz Almanlar  rakıyı ve uzoyu  sek içiyorlar.

Her içkiden bahsedişte, rahmetli dedemi de hatırlarım. Oldukça iyi içen, içtiğinde neşelenen ve neşelendiren nadir İnsanlardandı dedem. Her akşam bir 35’lik içerdi. Biz torunlarını etrafına toplar babannemle nasıl evlendiklerini, katıldığı savaşı, askerliğini, asker olmanın erdemini anlatır anlatırdı.  En son, teybe koyduğu kasetteki oyun havalarıyla bizi oynatır, cebindeki tüm parayı başımızdan aşağı atar, sabah da kahveye giderken çay parasını bizden isterdi tonton dedem. Rahmetli babaannem de onun içmesine çok kızar, ‘Zıkkım iç, benden önce ölürsen başucuna bir şişe rakı koyacağım.’ derdi. Dedem de, babaannem iğne oyalarını çok yaptığı ve elinden hiç düşürmediği için ‘Ben de, sen benden önce öbür tarafa gidersen iğne ile bol iplik koyacağım başucuna.’ der, şakalaşırlardı.
Rahmetle anılmayı istediler sanırım aklıma geldiklerine göre. Ruhları şad olsun.
İçecekse öyle ya da böyle içmesini, içerken keyif almasını, aldığı kadar da keyif vermesini bilenler içsin arkadaş. İçtiğinde kendini kaybediyor, başkalarını rahatsız ediyor, ağzına hükmedemiyorsa da hiç içmesin.
İçki masalarındaki sohbet keyiflidir aslında, muhabbeti, kahkahaları bir başkadır içmesini bilene. ‘Rakı kadehinde balık olsam’ mısrasını Orhan Veli boşuna söylememiştir herhalde; ama balık olacak kadar da değil... Hiçbir şeyi aşırıya kaçmadan, keyif için, zararsızca yaşayabilirsek ne güzel.
Güzellikleri, sohbeti ve neşeyi dozunda ve ayarında yaşamak  gerek.